13 Aralık 2020 Pazar

Öğretmen travması



Sonbaharın son ayı kasımdayız. Dökülen yapraklarla hüzünlü… Her an ağlayacakmış gibi duran gökyüzü de bu hüzne katkıda bulunuyor. Kasım ayının 24’ündeki Öğretmenler Günü için internette hediyelerle ilgili çeşitli alternatifler dönmeye başladı bile. Öğretmenler Günü’yle ilgili bu hediye önerilerini görünce aklıma kendi eğitim dönemim, öğretmenlerim geldi.

Öğretmenlerle ilgili şans grafiğim çok inişli çıkışlı mesela… Birinci ve ikinci sınıftaki öğretmenim emekliliğini bekleyen, gelse de gitsem diye düşünen bir kadındı. Neyse ki bir ve ikinci sınıfta okuma yazma ile dört işlemi öğrenmek yetiyordu da artıyordu bile. Üçüncü sınıfta taşınma nedeniyle başka semtteki bir okula başladım. Öğretmen iyiydi… Ama dördüncü sınıfın başında ayağını kırdı. Sonra da iyileşti mi bilmem, bir daha okula uğramadı. Hep gelip geçici öğretmenlerle geçti dördüncü sınıf. O yıla dair öğrendiğim hiçbir bilgiyi hatırlamıyorum mesela… Ama bakınca karnem hep pekiyi. 

Neyse ki 5. sınıfta gerçekten öğrencilerini seven, onlar için kendini feda edecek kadar iyi bir öğretmenimiz oldu. Okumayı onunla sevdim ben. Cuma günleri son iki dersi kütüphaneden seçtiğimiz kitabı okuma saati yapmıştı. Bütün kütüphaneyi bitirmek için o kadar hızlı okuyordum ki… Hızlı ama anlayarak kitap okumak o günlerden kalan bir yetenek bende… 

İlkokulu mezun eden öğretmenin iyi olması ortaokul için de güzel bir temel hazırlıyor. O yüzden ortaokulda her derse ayrı öğretmen geldiği için başta bocalasam da alıştım. Ancak iki dersin öğretmeni vardı ki, beni derslerden de hayattan da soğuttu.

Matematik öğretmenimiz… Dersi anlatır, o sırada bir ses mi çıktı sınıftan, çıldırırdı. Şimdiki nesil belki bilmez o zaman akıllı değil tebeşirle çizilen kara tahtalar vardı. Matematik dersinde devasa boyutlardaki pergel, iletki, cetvelle çizerdi öğretmenler geometri şekillerini. İşte o öğretmen ses çıktı diye çıldırdığında, elinde artık ne varsa, kafamıza doğru yollardı. Pergelse pergel, iletkiyse iletki… Hiçbiri mi yok, tebeşirden kaçış yoktu o zaman da… Korkudan anlamadığım konuyu asla soramadım. Üstelik yine korkudan tik sahibi olmuştum. Ayaklarımı sallayıp duruyormuşum. Onu da yine o öğretmenin “Ne sallayıp duruyorsun ayaklarını, tuvalete mi gitmen gerekiyor” diye bağırmasıyla öğrenmiştim. Matematik dersinde anlamadığım konular birikip üstüme devrildiği için hiçbir zaman tam anlamıyla sevemedim.

Yine aynı orta okulda bir de Sosyal Bilgiler öğretmeni vardı. Boylu poslu adamdı. Sesiyle anlattığı konudaki dağları titretirdi. Amma velakin konuşan ya da yaramazlık yapan oldu mu, çok pis cezalandırırdı. Erkekleri favorilerinden tutup tahtaya atardı ki, orta okul bir ve ikinci sınıftaki zayıf çocuklar resmen uçardı. İçim acırdı. Sanki benim canım yanmış gibi. Ha kız olduğumuz için dayaktan kurtulduğumuzu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Kulağımızı çekerdi konuşurken görünce. O çekilen kulak, ertesi gün bile kıpkırmızı olur yanardı.

Bir de sıra dayağı atarlardı, haksızlık olmasın diye o zamanın öğretmenleri. O zaman dediysem 80 darbesinden sonraki yıllar. Hiç unutmam, yine sıra dayağı var, herkese cetvelle vuruyorlardı. Alman Lisesi’nden nakille gelen bir çocuk, biraz da iri yarıydı, aldı öğretmenin elinden kırdı cetveli. Ondan sonra sıra dayağı falan olmadı okulda. Ya da belki sadece bizim sınıfta…

Lise ve üniversite dönemini, sanırım biraz da biz büyüdüğümüzden dayaksız atlattık. Ama matematik mesela hep kâbus olarak kaldı benim için. O kötü öğretmenlerin daha kötü bir etkisi oldu bana… Okullar bitti, yıllar geçti, veli oldum. Veli toplantılarına katılmak benim için en büyük kâbus. Yarı yaşımdaki öğretmenlerle konuşurken kalbim dakikada 150 atıyor, ağzım kuruyor, nefes alamıyor gibi hissediyorum. İşte o zaman attığı dayaklarla hem dersten hem hayattan soğutan o öğretmenlerime saydırıyorum içimden. Affedemiyorum bir türlü… 

O yüzden Öğretmenler Günü’nde hediye seçmek de yollamak da travmatik bir olay benim için. Genelde internet üzerinden adrese direkt gönderdim ilkokul ve ortaokulda. Lisedekilere ise fidan bağışı sertifikası göndermeyi düşünüyorum. Hiç değilse geçmişte öğretmenlerin ezdiği bazı “fidanları” simgeleyen “ağaçlar” olur ileride…

* 12 Kasım 2020 tarihinde www.tersdergi.com adresinde yayımlanmıştır.

Zehirleyen gaz ışığı



Gaslighting… Geçtiğimiz haftalarda izlediğim polisiye bir dizide duydum bu kelimeyi. Dizide katil, miras yüzünden bir kadını ortadan kaldırmayı planlıyor. Ancak tetiği o çekmiyor. Kadının sevgilisini, onu öldürmesi konusunda ince ince manipüle ederek öldürtüyor. Öyle ki tetiği çeken, katil olduğunu biliyor ama sevdiği kişiyi nasıl öldürdüğüne anlam veremiyor.

Merak ettim, internette şöyle bir keşif gezisine çıktım. Gaslighting için, “Karşıdaki insana çeşitli oyunlar oynayarak zamanla kendisinden şüphe etmesini sağlamasına yönelik bir psikolojik şiddet, duygusal manipülasyon yöntemidir” deniliyor. Daha çok narsist kişilikler ile sosyopatların uygulamayı sevdiği bir yöntem.

Tiyatro oyunundan hayata

Kelimenin kökeni 1938’de yazılan Patrick Hamilton’un tiyatro oyunu Gas Light’a (Gaz ışığı) dayanıyor. Senaryoya göre Jack, karısı Bella’nın psikolojisini manipüle etmek için her gün gaz lambasının ışığını azar azar kısıyor. Karısı ışığın azalıp azalmadığını sorduğunda ise sert bir şekilde karşılık verip kadını azarlıyor. Böylece Bella kendi aklından şüphe etmeye başlıyor. Kendine güveni azalıyor. Kendini değersiz hissetmeye başlıyor. “Duygu terminatörlüğünün” adı bu tiyatro oyunundan hareketle gaslighting oluyor. Aynı senaryo Ingrid Bergman’ın oynadığı bir sinema filmine de konu olmuş. 1944 tarihli George Cukor’un yönettiği bu film ile Bergman 17. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Kadın Oyuncu Oscar Ödülü”nü kazanmış.

İpler kimin elinde?

Şöyle bir düşündüm de, ikili ilişkilerin her çeşidinde, belki iş yerimizde sık sık rastladığımız hatta maruz kaldığımız davranışlar bunlar. İyi bir şey söylerken bile negatif yönlerinizi vurgulayan müdürler, “Ben onu demek istemedim, sen yanlış anlıyorsun” diyen iş arkadaşları, yaptığınız her şeyi eleştirerek, ya da olayları abarttığınızı söyleyerek kendinize güveninizi kaybetmenize neden olan eşler ya da sevgililer, aslında sizi manipüle etmeye, iplerinizi eline almaya çalışıyorlar. Bilinçli olarak gaslighting yapmıyorlar belki ama sonuç aynı oluyor. Bir süre sonra kendinize güveninizi kaybediyor, her şeyden şüphe duymaya başlıyorsunuz. En önce de kendinizden… “Ben bunu yapabilir miyim? Ya ben yanlış düşünüyorsam” soruları ile kendinizi zehirlemeye başlıyorsunuz.

Peki kurtulmak mümkün mü?

Terapist Volkan Pelenk’in yazısında okuduğuma göre, gaslighting’e maruz kaldığınızı fark ettiğiniz andan itibaren bazı önlemler almanız gerekiyor.

Öncelikle gaslighting’in ne olduğunu öğrenmek gerekiyor. Pelenk, şöyle diyor: “Gaslighting belirtilerini bilmek, partnerinizin ne yaptığını ya da yapmadığını anlamanıza yardımcı olacaktır. Burada gösterge duygularınıza nasıl tepki verdiğidir. Duygularınız inciniyorsa ve iletişim kurmaya çabalamanıza rağmen partnerinizin cevabı her seferinde sizi yetersiz hissettirmek ve saptırmaksa, sizi küçümseyerek gaslighting yapıyor olabilir. Sizi, bu düşüncelerinizin yersiz olduğu veya durumlara aşırı tepki gösterdiğiniz konusunda ikna etmeye çalışıyorsa, size gaslighting yapıyor olabilir.” Pelenk’e göre, sizi bir konuda, diyelim ki “sadakatsizlik”le suçluyorsa ve siz kendinizden eminseniz, aslında suçladığı şeyi o yapıyor olabilir. O yüzden sizi ne yapmakla suçladıklarına dikkat etmek gerekiyor.

“Duygularınıza güvenin” diyen Pelenk, o kişinin sizi ikna etmeye çalıştığı konular hakkındaki duygularınızla ilgili bir günlük tutmanın iyi olacağını belirtiyor. Arkadaşlardan tavsiye istemeyi öneren Pelenk, onların tarafsız olamayacağının altını çiziyor ve Gaslighting’e maruz kalmak nedeniyle oluşan şüphelerden kurtulmak için profesyonel yardım almanın önemine dikkat çekiyor. Gaslighting uygulayan kişiyle yüzleşmek, bunu yaparken sakin kalmak ve en sonunda da o ilişkiden uzaklaşmak, gaslighting’e maruz kalan kişinin yapması gereken diğer şeyler.

* 19 Kasım 2020 tarihinde www.tersdergi.com sitesinde yayımlanmıştır.

Cinayetin "ama"sı olmaz

Dün 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü idi. 25 Kasım 1960’ta, Dominik Cumhuriyeti’nde aktivist Patria, Minerva ve Maria Teresa Mirabal, diktatör Trujilio’nun hedef göstermesi sonucu öldürüldü. 1999 yılında Birleşmiş Milletler, kardeşlerin öldürüldüğü günü Kadına Yönelik Şiddetle Mücedele Günü olarak belirledi.

Tüm dünyada insanlar, kadına yönelik şiddeti protesto etmek için sokaklara döküldü dün. Guardian’ın haberine göre Covid 19 salgınından bu yana, özellikle aile içi şiddette, kadına ve çocuklara yönelik şiddette artış var. İngiltere’de ilk ulusal karantina günlerinde polis tarafından kaydedilen beş suçtan birinin aile içi istismar olduğu kaydedildi. 2019’un aynı dönemine göre bu tür suçlarda yüzde 7 artış görülmüş.

Ülkemizdeki rakamlar da dehşet boyutlarında. İki gün önce İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Aile İçi ve Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Değerlendirme Toplantısı’nda, bu yıl 20 Kasım itibariyle 234 kadının aile içi ve kadına yönelik şiddet kapsamındaki cinayetlerde hayatını kaybettiğini açıkladı. Ardından da erkeklere “Kendinize gelin yahu. Böyle bir ayıp olur mu?” diye seslendi. Yine Soylu’nun verdiği rakamlara göre 2016’da 304, 2017’de 353, 2018’de 279, 2019’da 336 kadın öldürüldü.

Soylu kadın cinayetleriyle ilgili rakamlarda “abartılı” farklılıklar olduğunu da söyledi. Gazete manşetlerindeki sayıların dikkate alınmamasını istedi. CHP’li Necati Tığlı’nın verdiği rakam da Soylu’nun o abartılı bulduğu rakamlardan olsa gerek çünkü Tığlı’nın açıklamasına göre 2020’nin sadece 9 ayında 369 kadın öldürülmüş! Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıklamasına göre de bu yıl 269 kadın öldürüldü, 152 kadın da şüpheli şekilde hayatını kaybetti.

Bir de şöyle bir gerçek var. Ülkemizde bir kadın öldürüldüğünde sosyal medya ikiye bölünüyor. kimi “Tamam ama onun da o saatte orada ne işi vardı?”, “Tamam ama o da niye öyle giyinmiş?” diye “ama”larla başlayıp niyelerle dolu soruları alt alta dizip kadını suçlu çıkarmaya çalışıyor. Bizim ömrümüz, gencecik kadınların vahşice katledilmesine üzülmekle, sosyal medyada onunla ilgili yorum yazan aşağılık insanlara küfretmek arasında geçiyor. Ta ki bir sonraki cinayete kadar. Ve bunlar neredeyse her gün tekrarlanıyor. Soylu’nun verdiği rakama göre bile günde ayda 21 kadın öldürülmüş 2020 yılında!

2011 İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddeti önlemek adına yasal bağlayıcılığı olan ikinci sözleşme. Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele prensiplerini ve taraf devletlerin yükümlülüklerini belirliyor. Ancak okumadan her şeyi bilen bazı kişiler, bu sözleşmenin aile birliğini bozacağını iddia ederek imzalanmaması için adeta kendini yırtıyor!

Velhasıl, kadına şiddette cezalar artmıyor. Katil, ölenin kendini savunamayacağının bilinciyle öldürdüğü kadına iftira atıyor: “Şöyle erkekliğime laf etti”, “Böyle tahrik etti”… Bir de takım elbise giyip kravat taktı mı mahkeme heyeti “iyi hali”ni görüp cezayı azalttıkça azaltıyor. Bazı saldırganlar ise profillerinde “hamili kart yakınımdır” dercesine üst düzey yetkililerle çekilmiş fotoğraflarını kullanınca, değil hapise girmek, elini kolunu sallayarak aramızda dolaşmaya devam ediyor. Bir sonraki kurbanını buluncaya kadar!

* 03 Aralık 2020 tarihinde www.tersdergi.com adresinde yayımlanmıştır.

Şarkıların dili

Bazı şarkılar vardır. Duyunca ya ilk duyduğunuz ana gidersiniz, zamanda yolculuk yapmış gibi, ya da sizi hüzünlendirir, gözünüzden hiç farkına varmadan yaşlar dökülür de neden sonra fark edersiniz ağladığınızı… Yıllar önce arabada giderken Zakkum grubunun Anason şarkısı çalmaya başladı radyoda… 

Anason kokarken sofralar
Yaşlandırıyor seni aynalar
Her geçen yıl birer birer
Masadan eksiliyor dostlar

İşte o son nakaratına geldiğinde arabada deliler gibi ağlıyordum. Birlikte çalıştığım ve dil eğitimi için eşiyle birlikte İngiltere’ye giden arkadaşım gelmişti aklıma… İnsan bir olaya göz göze gelerek bile aynı anda aynı tepkiyi verdiği, konuşmadan anlaşabildiği bir arkadaşına artık sadece telefonda ya da mesajlarda ulaşınca da hüzünlenebiliyordu. 

İşyerinde hani azıcık dedikodusunu yaptığında artık konuşulmaya değer bile bulmadığın küçücük sorunlar, dertleşeceğin bir kişi olmadığı için büyümeye başlamıştı. İş bitiminde mektup yazar gibi uzun uzun mailler yazarak dertleşmeye çalıştım uzun süre. Ki o bile iyi geliyordu. Ama sonra hayat hepimizi değişik yerlere sürükledi. Ben işyeri yönetiminin fiziken ve fikren değişimine daha fazla uyum sağlayamayacağımı fark ettiğimde ayrılmayı seçtim. Arkadaşım da bir yılın sonunda ülkeye döndü ama başka bir şehre yerleşti. Yine mesajlar ve telefon görüşmeleriyle devam etti görüşmelerimiz. Ama hâlâ aynı şeylere aynı tepkileri verdiğim birinin olduğunu bilmek güzel. Teknoloji de uzakları yakın ediyor nasılsa… Bir de ne zaman onun olduğu şehre gitsem bir sürpriz ziyaret yapmaya çalışıyorum. Kısa da olsa hasret gidermeler iyi geliyor.

Şimdi şarkıyı yeniden duyduğumda geldi bütün bunlar aklıma… Üstelik o zamanlar sadece kilometrelerce öteye giden biri geliyordu aklıma o şarkıyı duyduğumda. Şimdi ise üstümde emeği çok olan ve bir daha asla göremeyeceğimi bildiğim iki kişi geliyor.

Biri mesleğe adım atmamı sağlayan ve aynı zamanda yıllarca aynı gazetede çalıştığım kişi… Yıllardır görüşmüyorduk. Hayat işte, yolları ayırabiliyor çoğu zaman. Bu yıl içinde öldüğünü öğrendim sosyal medyadan. Diğeri de mesleğimi severek yapmamı sağlayan ve bana bildiğim her şeyi öğreten ilk müdürüm. Son yıllarda whatsapp üzerinden mesajlaşıyorduk. Hastaydı ama umut dolu gelişmeler oluyordu. O da umutluydu, ben de… Neden sonra kesildi mesajları. Sanırım umudunu kaybetmişti. Sonra da ölüm haberi geldi. Çoğu kişinin numarasını telefonumdan sildiğim halde onun numarasını silmeye kıyamadım. Hâlâ duruyor. Yolladığı son mesajlar geliyor aklıma… 

İkisiyle de anason kokan sofraları da paylaşmıştık. Belki o yüzdendir bu şarkıyı duyduğumda onları hatırlamam. 

Tek dileğim bundan sonra da “güzel hatırlanacak” insanlarla karşılaşmak… Ve “güzel hatırlanmak…”

* 10 Aralık 2020 tarihinde www.tersdergi.com adresinde yayımlanmıştır.

Örtülü propaganda hayatın her anında

Bahar gibi geçen bir haftadan sonra gelen yağmurlu bir cumartesiden merhaba sevgili “Dünlük”… Bu hafta benim için ders çalışarak geçti. Daha önce de yazmıştım bu yıl ikinci üniversitede ikinci sınıftayım. Sosyal Medya Yöneticiliği bölümünde okuyorum ve bu yılki dersler içinde en çok “Sosyal Medya ve Propaganda” dersini sevdim. Belki de kitabın gerçekten akıcı, anlaşılır ve hatasız yazılmasından kaynaklanıyordur, bilmiyorum. Bugün okuduğum “Sosyal Medya ve İdeolojik Propaganda” başlıklı bölümde çok güzel bilgiler vardı.

“Örtülü Propaganda ve İdeoloji” konu başlığındaki bilgileri seninle de paylaşmak isterim. “Propaganda her durumda ayan beyan ortada ve açıkça fark edilecek biçimde olmayabilir. Örtülü propaganda, propaganda yapan kişinin ya da grubun çıkarlarını, taleplerini ve arkasında yatan ideolojiyi belirlemenin zor olduğu bir propaganda biçimidir. Çoğu zaman sahibi unutulmuş anonim sözler dahi bu bağlamda incelenebilir. Örnek vermek gerekirse, ‘yuvayı dişi kuş yapar’ ifadesi, ilk bakışta kadına önem atfediyor gibi görünse de esasen patrimonyal ve erkek egemen bir bakış açısının kadını ev ve aile ile ilişkilendiren, kadına ev işlerine ve ev ekonomisine ilişkin ciddi sorumluluklar yükleyen ve kadının yerini ‘yuva’ ile sınırlandıran, içinde feminizm karşıtı öğeler barındıran bir örtülü propaganda çeşidi olarak görülebilir. Günümüzde sosyal medyada özellikle erkekler tarafından paylaşılan benzeri birçok ifade, bir taraftan kadınları taltif ediyor gibi değerlendirilirken; diğer yandan onların yer ve sınırlarını belirleyen ideolojik ön kabulleri örtülü biçimde yeniden ürettiği şeklinde eleştirilebilmektedir.”

Yuvayı dişi kuş yapar sözünü her mecrada, hatta aile hayatımızda bile ne kadar çok duyduğumuz dikkate alınırsa, bu açıdan ilk kez düşündüm. Ve doğru olduğunu gördüm. Gün içinde ne kadar çok bu tür kavramlarla subliminal mesajlar alıyoruz.

Kitapta, ideolojik propagandanın ne denli açık şekilde yapılırsa, karşısındaki dinleyici ve izleyicileri o denli az etkileyeceği yazıyor. Çünkü aldığımız mesajın propaganda unsuru olduğunu fark edince savunma mekanizması devreye giriyor. O yüzden “örtülü propaganda” karşı tarafı etkileme konusunda daha başarılı bir yöntem. Kitabın bu bölümünde, sosyal medyadaki influencerler, fenomenler ve fikir önderlerinin, “kendilerinin propaganda unsuru olduklarını yansıtmadıkları durumda, internet kullanıcılarında oluşması istenen ideoloji ve politikalar konusunda kılavuzluk etmeyi başarmışlardır” deniliyor.

Bunu okuyunca en çok kullandığım sosyal medya mecrası instagram’da takip ettiğim kişilerle ilgili basit bir analiz yapayım dedim.

Takip ettiğim sayfalar, (Bizzat tanıdığım için takip ettiklerim dışında) yabancı dil öğreten sayfalar (İngilizce ve Almanca), resim çizimine dair pratik bilgiler veren sayfalar, ilginç ve kolay yemek tarifleri veren sayfalar, tarihi ya da turistik yerler hakkında ilginç bilgiler paylaşanlar, kitap zevkimizin benzer olduğunu hissettiklerim, hayata karşı duruş ve hissettikleriyle kendime yakın bulduklarım…

Yukarıdaki “fenomen” tanımına giren sadece üç kişiyi takip ettiğimi fark ettim. İlk başlarda bu kadar seçici değildim. Güzel fotoğraflar gördüğüm her sayfayı takibe alıyordum. Ancak sonra baktım ki, kendisinin kullanmasının mümkün olmadığı bir markayı, sanki kullanıyormuş gibi tanıtıyor, ayrıldım sayfasından. Her fotoğrafı yapaylık barındırıyordu.

Şu anda takip ettiğim ve fenomen olarak adlandırılacak kişilerden biri çok dobra… Açık açık söylüyor, siz bu linkleri kaydıracaksınız ki, ben geçineyim diye. Bir de gerçekten o linklerde satılan eşyayı kullanıyor hissi veriyor. Hatta bazen “Bu ne biçim indirim, daha iyi indirim yapsaydınız ya” ya da “Ben aldıktan sonra mı indirim yaptınız” tarzı esprili paylaşımları var. Hoş ben hiçbir zaman o linkleri tıklamıyorum ama diğer paylaşımlarını sevdiğim için takibe devam ediyorum.

Bir diğeri yemek ve tatlı tarifleri veriyor diye takibe başlamıştım. Şimdi o da linkler veriyor ama kendi de kullanıyor. Ve ben yine o linklere tıklamadan, diğer sevdiğim paylaşımlarını takip ediyorum.

Üçüncü takip ettiğim kadınlık ve insanlık hallerine dair kısa videolar çeken biri. O videoları izlerken takipçisi oldum. Reklamını verdiği ürünleri o videolara öyle güzel yediriyor ki, TV’de izlediğim hiçbir reklamı onun kadar başarılı bulmuyorum. Sahte değil, videolarında canlandırdığı karakterler üzerinden tanıtıyor ürünleri. Böylece “Bakın ben kendim kullanıyorum” gibi bir sahteliğe düşmüyor.

Ben şahsen birisi “Nefes al” dese, niye emrediyorsun deyip nefes almayı kesecek kadar emir verilmesine, üzerimde etki kurulmasına karşı olan biri olarak alışveriş yaparken zaten asla bu tür reklamları dikkate almıyorum.
Yeni çıkan bir ürünse, fiyatı da uygunsa bir şans veriyorum ama beğenmezsem asla devam etmiyorum.
Benim için asıl önemli olan çevremdeki gerçek insanların o ürünle ilgili yorumları. İnternetteki o ürünlerle ilgili çıkan yorumlar da etkili oluyor. Orada da ürünü kötüleyenin rakip firma olma ihtimali var ama yine de insana bir fikir veriyor.
Bir ders konusundan nerelere geldim. Ama çalıştığın dersi özümsemek de böyle oluyor işte sevgili “Dünlük” :) Daha eğlenceli konularda buluşmak üzere…

* 12 Aralık 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Z kuşağının masalları bile bizimkinden farklı

Covid 19 vaka ve ölüm sayılarındaki artış nedeniyle morallerin bozulduğu, buna karşı farklı ülke ve farklı firmalardan gelen aşı haberleriyle az da olsa umutlandığımız bir haftadan merhaba sevgili “Dünlük”…

Hafta içinde Milliyet gazetesinde gördüğüm bir haber ilgimi çekti. “Çocuklara Eşit Masallar” başlıklı Meltem Günay imzalı haber, “dünya klasiği masalların eşitlikçi bir bakış açısıyla yeniden yorumlandığı” şeklindeydi.

Odeabank ve Can Yayınları işbirliğiyle yapılan proje kapsamında “Kırmızı Başlıklı Kız”, “Rapunzel” ve “Sindirella” masalları kadın-erkek eşitliği kapsamında yeniden kaleme alınmış. Haberde, “Eşitlik kavramının çocuk yaşta yerleştiği noktasından hareketle oluşturulan projede, anne babalarda farkındalık yaratmak ve toplum bilincinin değiştirilmesine katkı sağlamak hedefleniyor” deniliyor.

Habere göre Sindirella masalında kötü kalpli üvey anne figürü kaldırılmış, Sindirella zayıf, güçsüz ve kendine güveni olmayan bir karakterden çıkarılıp, akıllı, bilgili ve kendinden emin bir karakter olarak yazılmış. Masalların yeni halini okuyan çocuklar nasıl bulacak, neler hissedecek bilmiyorum ama sonucu merakla bekliyorum.

Ben de 2009 yılında bloguma çok bilinen Ezop’un fabl türündeki Ağustos Böceği ile Karınca’sını 21. yüzyıla uyarlayıp yazmıştım. Ne dersiniz olmuş mu?

xxx

Ağustos Böceği ile Karınca

21. yüzyılda

Herkesin bildiği bir masaldır

Ağustos böceği ile karınca…

Yaz boyunca saz çalıp eğlenmiştir ağustos böceği

Karınca ise soğuk geçecek kış için yiyecek toplamıştır

Saz çalan böcek kış geldiğinde karıncanın kapısına dayanır

“Sen yaz boyunca ne yaptın” der karınca

‘Saz çaldım saz’ diye yanıtlar ağustos böceği

Karınca da cevap verir: “Öyle mi şimdi de oyna biraz!”

Peki aynı ağustos böceği ve karınca 21. yüzyılda yaşasaydı neler olurdu

Saz çalıp eğlenen ağustos böceği, arkadaşlarının da gazıyla

Popstar yarışmalarından birine katılır

Jüriyle atışır, diğer yarışmacılarla kapışır

Diğer ağustos böceklerinin yolladığı SMS’lerle finale kalır

Ne sesi sestir, ne çaldığı saz!

Ama kendisini beğenmeyen jüriye inat

Albüm yapmaya karar verir

O artık albümlü bir ağustos böceğidir

Karınca ise bildiğimiz gibi yiyecek için çalışır didinir

Bütün çabası soğuk geçecek kış içindir

Ama bakar ki kış gelmek bilmez

Haberleri dinler ki küresel ısınma yüzünden gelmeyecektir

Ağustos böceği çalar yine de karıncanın kapısını

Karınca yorgun ve bitkin

“Ooo, hoş geldin” der

Ağustos böceği neşeli, müjdeyi verir

“Yaz boyunca saz çaldım ya…”

“Sonunda keşfedildim artık benim de bir albümüm var”

Karınca ise yuvasında kış için biriktirdiği yiyecekleri gösterir

“Ben de çalıştım kış için ama…

Küresel ısınma diye bir şey çıkmış

Kış galiba gelmeyecekmiş”

Ağustos böceği “Boş ver” der

Atlarlar albümden kazandığıyla aldığı otomobile

Koyarlar CD’ye Ağustos böceğinin albümünü…

Giderler yeni bir 21. yüzyıl masalına…


* 05 Aralık 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Üniversite kitabına güvenemezsek öğrendiğimizden nasıl emin oluruz?

Susuzluk konusunda bana kabuslar yaşatacak kadar güneşli bir hafta sonundan merhaba sevgili “Dünlük”… Daha önce burada bahsetmiş miydim bilmiyorum, geçen sene ikinci üniversiteye kayıt oldum. Yıllardır ikinci üniversite okuyanların maceralarını dinler “Yok, sınav streslerini tekrar çekemem” derdim. Ama geçen sene kurs olarak gitmek isteyeceğim bütün bölümleri bitirdikten sonra hem bilgilerimi tazelemek hem de yeni bir tecrübe yaşamak adına “Neden olmasın?” dedim. Bölümlere ve derslerine baktım. 2019’da yeni kurulan Sosyal Medya Yöneticiliği bölümü ve dersleri ilgimi çekti. Sonuçta iletişim mezunu ve basın sektöründe yıllarca çalışmış biri olarak kendime yakın hissettim. O yüzden ani bir kararla (Fazla düşünürsem vazgeçerim diye) kayıt yaptırdım. İkinci üniversiteye kayıt yaptırmak için lisans mezunu olmak yetiyor. Kayıt sırasında ilk üniversitenin mezuniyet kaydını (normalda e-devlette kayıtlıymış ancak ben e-devlet öncesinde mezun olduğum için yoktu) istiyorlar. Dolayısıyla ben orijinal diplomamla gittim kayıda. Kayıtta görevli genç kızlar, diplomamdan daha küçük oldukları için “Bu ne?” der gibi bakıp üstlerine sordu. Fotokopisini alıp hallettiler neyse ki!

...

Yeni bölüm olduğu için mi?

İkinci üniversitede dersler online kitaplarla işleniyor. Canlı dersler de var ama ben asla denk gelemedim. Kitapları bilgisayar ekranından çalışmakla yetindim. Yeni bir bölüm olduğu için, özellikle bölümle ilgili derslerin kitapları çok acele, adeta çalakalem yazılmışçasına kötüydü. İmla hataları, mantık hataları, anlamak için üç dört kere okumak zorunda kaldığım cümleler… Ben eski usul not alarak, hatta oğlumun dalga geçmesine katlanarak, defter tutarak çalışanlardanım. Kendi sistemimle yazarsam daha kolay anlıyorum. Ayrıca kullandığım bilgisayar sadece bana ait olmadığı için kaydedip hafızayı doldurmak da istemedim. Bir sonraki yarı yıla geçtiğinizde eski kitaplara da ulaşamıyorsunuz. Ya da ben bilmiyorum nasıl ulaşıldığını… Dolayısıyla o kitaplardaki hatalar ne yazık ki sadece benim göz ve sinirlerimi bozdu. Kimseye iletmedim.

...

Hem tashih var hem maddi hata

Şimdi üçüncü yarı yılımda tekrar ders çalışmaya başladım. İlk olarak Türk Dili dersinden başladım. (Evet, muaf olma hakkım vardı ancak bilgi tazelemek istedim.) Bu bölüme özel ders kitabı olmadığı için ve sanırım Türk Dili olduğu için gayet düzgün yazılmıştı. Tashih yoktu.

İkinci olarak okuduğum Sosyal Medya Araçları I kitabı da birkaç tashihe rağmen oldukça akıcı hazırlanmıştı. Üçüncü olarak Dijital Tasarım dersine başladım. Editör olarak Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk adı var. 8. Bölümü de Prof. Türk yazmış görünüyor. Zaten bölümleri yazanların akademik unvanları Dr, Doç, Prof… Ancak kitapta hem çok tashih var hem de maddi hatalar. Kitapta bunlarla karşılaşınca editör ve yazar olarak ismi bulunan Prof. Dr. Mehmet Sezai Türk’e ulaşmak istedim. LinkedIn sitesinde e-mail adresine ulaştım. Mesaj olarak önce kendimi tanıttıktan sonra şunları yazdım:

...

Mesaj olarak yazdıklarım

“Kitabın giriş kısmında şöyle bir bölüm var. ’19. yy’da bilgisayar ve İnternet gibi icatların ortaya çıkmasıyla iletişim kavramı dijitalleşmeye başlamış ve insanoğlu İnterneti kullanarak belirli veri tabanlarına bağlı yazılımlara ihtiyaç duymaya başlamıştır.’

İnternet neden büyük harfle yazılmış bilmiyorum ama daha da önemlisi 19. yüzyılda bilgisayar ve internet gibi icatların ortaya çıkmış olması imkansız. Çünkü biraz ilerideki sayfalarda ‘İletişim Araçlarının Tarihsel Gelişimi’ başlıklı konuda görüyoruz ki iletişimin yapı taşlarından telgraf 19. yüzyılda icat edilmiş, telefon ve radyo da ilk icat olarak 19. yüzyıl ama televizyon 20. yüzyılda icat olmuş. İnternetin ilk çıkış tarihi de 1960’lar… Yani 20. yüzyıl. Şimdi daha girişte böyle bir maddi hata ile başlayan kitaptaki diğer bilgilere nasıl güvenmeliyim?

Kitabın başka bir bölümünde “direkt” yerine “direk” yazılmış. “Olarak da” yazılması gereken kelime “olarakta” şeklinde…

Aşağıda yazacağım cümle de kitaptan…

“İş bulma fırsatının yanı sıra firmalar için işe alım süreçlerini de kapsamaktadır. Kullanıcıların profillerinde özgeçmişlerini yazması ve kendileri hakkında yazdıkları biyografiye sayesinde işverenlerde yeterli gördükleri kullanıcıları görüşmeye çağırma bilmektedirler.”

İlk cümlede özne nedir? Ve devamındaki cümle sizce düzgün ve mantıklı bir cümle midir?

Bölüm sonundaki deneme sorularında 10. soru “Aşağıdakilerden hangisinde geleneksel medyanın dijital medyadan farkları tam ve doğru olarak verilmiştir?” Ben bu sorudan geleneksel medyanın özelliklerinin istendiğini düşünüp ona göre yanıt verdim ancak doğru yanıt dijital medyanın özelliklerini gösteren şık olarak verilmiş.

Daha bir bölümünü okuduğum bir kitapta bu kadar çok hata olması yüzünden yazılan her şeyi başka kaynaklardan kontrol etme ihtiyacı duydum. Bu da ders çalışma süremi uzattı.

Bizim dönem için bu kitapların düzeltilmesi yetişmez diye düşünüyorum ama inşallah bizden sonraki öğrenciler için düzeltilmesi yapılır da onlar benim hissettiklerimi hissetmez.”

...

Yanıt geldi ama…

Bu sabah itibariyle Prof. Türk’ten yanıt gelmiş. Aynen şöyle: “İlginiz için teşekkür ederim. 19 yüzyıl düzeltilmişti ama son halini bilmiyorum. Yanlış soruyu yönlendirirseniz bölüm yazarı ile görüşür gerekli çalışmayı yaptırabilir.”

Dilin kuralları önemsiz mi?

Bu yanıttan anladığım Sayın Türk imla hatalarını önemsemiyor bile. Düzeltilmesine gerek gördüğünü düşünmüyorum. Ayrıca kendi cümlesi de bence hata dolu. Bu sene okuduğum ders kitaplarında bir kez daha gördüğüm üzere “Ne söylediğinizden çok nasıl söylediğiniz önemlidir”. Dilin kurallarını umursamayan bir bilim insanı da ne söylerse söylesin, benim için “nasıl söylediği” önemlidir.


* 28 Kasım 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Kafa karıştırıcı bir haftadan merhaba

İyisiyle, çoğunlukla da kötüsüyle bitirdiğimiz bir haftadan merhaba sevgili “Dünlük”. Geçen hafta yine kafalar karışıktı. Ya da en azından benimki… 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, çocuklara, kandırılarak içirilen “acı ilaç” gibi sadece vatandaşlara içirilecek “acı reçete” açıklaması gündeme damgasını vurdu. Bu öyle bir reçete ki, “itibardan tasarruf ettirmiyor.” Mesela şahsı ve devlet katındakiler Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne 6 uçakla gidebiliyor. Ya da sokaktan geçtiğinde yolculuğu yarım saatte bitmeyen konvoy (ki hepsi de lüks araçlar) hiç “acı reçete”ye ihtiyacı olan bir halkın yöneticilerine ait görünmüyor. İtibardan tasarruf olmaz diyorlar da, kime bu büyüklenme anlayamadım. İşsizlikle, aldığı maaşı bir ay boyunca yetiştirmekle uğraşan halkına mı, yoksa büyük dünya devletlerine mi? Eminim o büyük devletler “Ayranı yok içmeye tahterevanla gider…” atasözünü hatırlatan bu durumu gülerek izliyorlardır. Hem de ağızlarıyla değil!

Neyse… 


Geçen haftanın bir kafa karıştıran konusu da koronavirüsle savaşta yine, yeniden girdiğimiz kısıtlamalarla ilgiliydi. Sokağa çıkma yasağıyla ilgili hem yaş grupları hem saatler açısından öyle karmaşa yaşandı ki açıklamanın üstünden neredeyse bir hafta geçti, hala soru cevap yapıyor, yetkili ilgililer!

Neyse…


Bugün bir haber gördüm, kaçak eletrik tesislerine af getirmiş sayın yetkililer. Elektriğini kaçak değil, yasal yollardan kullananlar ödeyecek nasılsa ceremeyi! Kanunlara ve ahlaki düzene uymanın asla cezasız kalmayacağını bir kere daha görmüş olduk!

Neyse… 


Okullar 31 Aralık’a kadar yine online eğitime döndü. Bir tek kreş yaşındaki çocuklara yüz yüze eğitim var, bir de dün gördüğüm bir habere göre diyanetin kurslarında yüz yüze eğitim devam edecekmiş. Çalışan insanların çocuklarını gönderme mecburiyeti yüzünden kreşlerin açık olmasını anlarım anlamasına da, bu yaş grubu çocuklar, sosyal mesafeyi korumayı sevmez ki… Arkadaşına sarılmak isteyecek, belki itekleşecekler. Üstelik bu yaş grubu çocuklara, aileleri çoğunlukla çalıştığı için okul dönüşünde 65 yaş üstü olabilecek anneanne, babaanne ve dedeler bakıyor. Yani bu çocuklar okulda ya da okul yolunda aldıkları virüsü, hastalığa yakalanmasın diye sokağa çıkması bile yasaklanan büyüklerine getirebilecekler. Çıkamadım bu işin içinden ben! 

Diyanetteki yüz yüze eğitime devam kararı için de sosyal medyadaki yorumlara baktım. “Onları Allah korur, virüs oralara girmez” diyen bazı ciddi, bazı gayrı ciddi yorumlar vardı. Yalnız ben okumayı öğrendikten beri öğretildiği şekilde tevekkül göremiyorum burada. Önce sen Allahın verdiği beyni kullanarak önlemini alacaksın ki, Allah seni koruyacak.

Yine neyse… 


Koronavirüsün neden olduğu Covid 19 hastalığına karşı geliştirilen aşılardan bazıları için gönüllü arayışları başlamış. Sağlık Bakanı’nın açıklamasına göre bir günde 20 bin kişi başvurmuş gönüllü olmak için. İnsanlık için güzel bir cesaret örneği. Ama yine yorumlarda gördüğüm kadarıyla insanların çoğunluğunda “güven” sorunu var. “Yönetim katındaki bazı kişiler aşı olmadan aşı olmam” diyen vardı mesela yorumlarda. Benim kafam yine karıştı dolayısıyla!

Neyse…


Anlayacağın kafam karışıktı bu hafta sevgili “Dünlük”… Seninle de paylaşmak istedim. Umarım önümüzdeki hafta daha güzel, daha umutlu haberleri, olayları paylaşırım seninle. Görüşmek üzere…


Not: O “neyse” yazdığım yerleri, istediğiniz şekilde doldurabilirsiniz.


* 21 Kasım 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Tarihte bugün: Tarih tekerrür edip duruyor

Geçen haftayı sosyal medya üzerinden yapılan, “tashih ve anlam bozuklukları”yla dolu bir istifa metni ve ardından gelen medyanın “şimdi bu istifayı yayınlasak mı, yoksa yayınlamasak mı?” konulu ikilemleriyle geçirdik. İsimler önemli değil. O istifa ve sonuçlarıyla yüzleşme er ya da geç gerçekleşecek. Ama benim gündemim bu değil sevgili Dünlük.

Çoktandır, pandemi nedeniyle evden minimum çıkalı beri, bir haftayı tek bir gün gibi geçiriyorum. Ama kasım ayında bazı doğum günlerini kaçırmamak adına takvime bakar oldum.

Mesela bugün… 14 Kasım olduğunu öğrenince beni bir merak saldı. Acaba tarihte bugün neler olmuş diye… Öyle çok gözüme çarpan olaylar bulamadım beni ruhen etkileyen.

wikipedia’ya göre 1958 yılının 14 Kasım’ında Hukuk Profesörü Ragıp Sarıca “Gazetecilerin tevkif edildiği yerde demokrasi yoktur” demiş, bu da “tarihte bugün”e geçmiş.

Bunu okuyunca acaba bugün kaç gazeteci cezaevinde diye merak ettim. CPJ’nin (Gazetecileri Koruma Komitesi) rakamlarına göre dünyada en az 250 gazeteci tutuklu. Çin ve Türkiye başı çekiyor bu sayıda. Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye’de 72 gazeteci ve medya çalışanının cezaevinde olduğunu rapor etmiş.

Bütün bunları okuyunca içimde hiçbir şey yapma isteği kalmadığını hissettim. O iç sıkıntısıyla internette dolaşırken www.matematiksel.org sitesinde ilginç bir bilgiye rastladım.

“Hiçbir şeyin iyi hissettirmeme durumu”nun bir adı varmış: Anhedoni… Güzel bir örnek vermiş, “Şu anda kitap okumak istemiyorsunuzdur, hepsi bu. Ancak günler ve haftalar geçtikçe, enerjinizin düştüğü ve en sevdiğiniz hobilerinizden hiçbiriyle ilgilenmediğiniz daha fark edilir hale gelir. Artık hiçbir şeyin önemi yok gibidir” deniliyor.

Depresyon ve anskiyete gibi sorunlara benzese de farklı bir kategoride değerlendiriliyor anhedoni. 1896’da Fransız psikolog Theodule-Armand Ribot ortaya atmış ilk olarak bu terimi. “Kişinin normalde keyif aldığı davranışlardan artık zevk alamama” ile karakterize edilen psikolojik durum olarak tanımlanıyor.

Depresyon, şizofreni gibi diğer bazı psikolojik sorunlara eşlik edebildiği gibi Parkinson hastalığı gibi hastalıklara da işaret edebiliyormuş. Benim en çok dikkatimi çeken ‘yemeklerin tatsız olabileceği’ gibi fiziksel etkileri oldu. Covid 19’da da koku ve tat duyusunda kaybolma gibi etkilerin yer aldığı düşünülünce bu belirtilerin anhedoni ile karıştırılması da olası gibi…

Uzmanlara göre anhedoni beyin aktivitesindeki değişikliklerle ve “iyi hissetme” hormonu dopamin üretimiyle bağlantılı olabilirmiş.

Ben anhedoni’nin belirtilerini okuyunca tam da pandemi dönemine yakışacak bir rahatsızlık diye düşündüm. Virüs ve yalnızlık arasında yaşanan sıkışmışlık hissinin anhedoni’ye dönmesi pek de zor değil sanki.

Neyse… Bu kadar sıkıntı yeter. En sevdiğim şair Orhan Veli Kanık da 1950 yılında, 14 Kasım’da göçmüş bu dünyadan… Onun bir şiiriyle veda edeyim bugün de sana…

ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gökyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum

Nisan, 1940

* 14 Kasım 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

İnsanın doğası değişmedikçe distopyalar gerçek olacak

İzmir’de 30 Ekim’de meydana gelen depremin ardından arama kurtarma çalışmalarıyla geçen bir haftadan merhaba sevgili “Dünlük”… Küçük mucizelere tanık olsak da acılarla dolu bir haftaydı, öyle ki ‘iyiyim’ demeye utandım çoğu zaman.

Kendimi gündemden ya da kişisel nedenlerle kötü hissettiğimde kaçtığım tek yer kitaplar. Çoğunlukla da mutlu sonla bitenler tercihim. Ama bu aralar onu bile düzenli olarak okuyamadım, kendimi veremedim. O yüzden de istediğim hızda ilerleyemedim.

Bir süredir Edward Bellamy’nin yazdığı “Geriye Bakış-2000’den 1887’ye” kitabını okuyorum. Henüz başlardayım. Kitabın arka yüzünde “19. yüzyıla has romantik bir ütopya” yazıyor. Bence de öyle. Ama belki de şu sıralar en ihtiyacım olan ütopya hayalidir.


Kitabın kahramanı Julian West uyku sorunları olan bir adam. O yüzden hipnozla uyuyabiliyor ancak. Onun için de kendisine şimdinin sığınakları gibi özel bir oda hazırlatmış. 1887 yılında uyuduğunda işçilerle işverenler arasındaki sorunlar yüzünden satın aldığı evin uzun bir süre bitirilemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmiş West. Bu yüzden de nişanlısıyla evlenmesi erteleniyor. Ve hipnotik uykusundan uyandığında 2000 yılında buluyor kendisini. Dr. Leete ve ailesi ona ev sahipliği yapıyor ve 2000 yılının Amerika Birleşik Devletleri’ni anlatıyor.

Ülke yepyeni bir devlet düzeniyle yönetiliyor. Demokratik ve eşit bir toplum kurulmuş.

1887’den gelen Bay West hükümetin işlevlerinin genişletilmesi karşısında şaşkın şekilde “Benim zamanımda hükümetin normal işlevlerinin, tam olarak söylemek gerekirse, barışı sürdürmek ve halkı ortak düşmana karşı korumakla, yani asker ve polis güçleriyle sınırlı olduğu düşünülürdü” diyor. Dr. Leete’in cevabı “gerçek olsa ne güzel olurdu” denecek cinsten…


“Sizin zamanınızda hükümetler, uluslararası en ufak bir yanlış anlamada vatandaşlarını askere alıp yüz binlercesini ölüme ve sakatlanmaya göndermeye, bu sırada da servetlerini su gibi harcamaya alışkındılar; çoğu kez de kurbanlara makul hiçbir çıkar sağlamaksızın… Artık hiç savaşmıyoruz ve hükümetlerimiz de birer savaş gücü değil; ama işlevlerinin, her yurttaşı açlığa, soğuğa ve çıplaklığa karşı korumak ve tüm fiziksel ve ruhsal gereksinimlerini karşılamak için ekonomiyi birkaç yıllık bir dönemde yönetmek olduğu varsayılıyor.”


Bay West doğal olarak “Ülkenin servet yaratan aygıtının kontrolünün politikacılara emanet edecek bir düzenlemeden daha kötü bir şey düşünemezdik. O zamanki partiler arasındaki ayak oyunları açısından, bu aygıttan sağlanacak maddi çıkarlar çok fazlaydı” diyor ve ekliyor: “Demek ki insan doğasının kendisi de epeyce değişmiş.”


Kitabı henüz bitirmedim ama anahtar sözcüğün bu olduğunu düşünüyorum. Dünyanın gelişmesi için insan doğasının değişmesi gerekiyor. Bencilliğiyle, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen ve yükselebilmek için diğer insanları sadece merdiven basamağı olarak gören egosuyla, günümüz insanının dünyayı güzel bir hale getirmesine imkan yok!


O yüzden de daha çok George Orwell’in yazdığı 1984 gibi “distopyaların” gerçekleştiğini görüyoruz. Küçük ölçekli de olsa, büyük ölçekli de olsa… O yüzden doğrular ve gerçekler tıpkı 1984’te 2 artı 2 eşittir 5 diye kabul ettirilmesi gibi yalanlanıyor. Çünkü yalancılar daha güçlü. Ve inananları daha fazla!

1984’ün kahramanı Winston’ın gizli günlüğüne yazdığı bir cümleyle bitireyim bu haftaki sayfamı: “Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.”


* Ütopya- Gerçekleştirilmesi imkansız tasarı veya düşünce. (TDK) Aslında olmayan, tasarlanmış ideal toplum. (Vikipedi)

* Distopya- Çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum, otoriter-totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından 19. yüzyılda kullanılmıştır. (Vikipedi)


* 07 Kasım 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Taş olmuş kalpleri deprem bile yıkamıyor

30 Ekim’de Ege’de Seferihisar açıklarında meydana gelen ve AFAD’ın 6.6, Kandilli Rasathanesi’nin ise 6.9 büyüklüğünde açıkladığı deprem yüzünden hüzünlü bir merhaba “Dünlük”. Ben yazının başına oturduğumda 28 can kaybı vardı, yedi kişi de yoğun bakımdaydı.

İstanbul’da bile hissedilen depremden dakikalar sonra yıkılan binaların videoları, fotoğrafları düşmeye başladı sosyal medya hesaplarına… Sonra umutlu bekleyişler o yıkıntıların başında. Depremden saatler sonra kurtarılan insanlarla sevinç gözyaşı dökerken, hayatlarını kaybedenler için, geride kalan aileleri için ağladım.

Her doğal afetten sonra ortaya çıkan karaktersizler burada da gecikmedi. Provokatif videolar, paylaşımlar yapanlar hakkında soruşturmalar başlatıldı. Ama benim bugüne kadarki tecrübelerime bakarak söyleyebilirim ki, ifadeleri alınıp serbest bırakılacaklar büyük ihtimalle. Hatta bazı yerlerde sırtları sıvazlanıp “İdare edin aslanım” denilip gönderilecekler. 

Ancak kendilerine yapıştırdıkları etiket her ne kadar “dindar” olsa da gerçek dinle ilgileri yok o kişilerin benim gözümde.

Öyle olsa Kuran’da, Bakara Suresi’nin 143. ayetinde geçen “Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir”i bilirlerdi. Ya da yine Bakara Suresi’nin 11. ve12. ayetini: “Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin anlamazlar.”

Ya da Hucurat Suresi’nin12. ayetini: “Ey İman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”

Velhasıl, dünden beri depremde hayatını, ailesini kaybedenlere ayrı üzülüyorum. Kalpleri taş olmuş, kibirleri yüzünden kendilerini Yaratıcının yerine koyup yargılamayı yapıp hükmü verenler için ayrı. Herkes kendi günahı ve sevabıyla verecek hesabını. 

O yüzden depremde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, ailelerine sabır diliyorum. Kötü niyetlerini irin gibi ortalığa saçan o kişileri de Allah’a havale ediyorum, kalplerini fesattan kurtarmaları dileğiyle...

* 31 Ekim 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Kocaların fiziksel gücü yerine beyin gücünü kullanan kadınlar

Ekim ayının da üçte biri bitti ama hava hala hem güneşli hem sıcak. İşte yine öyle bir hafta sonundan sesleniyorum “Dünlük”… Geçen hafta gündem yine kalabalıktı: Covid 19 rakamlarının içinden çıkılmazlığı, grip aşısı olmak için hangi dereden su getirmek gerektiği herkesin en aklında kalanlardı büyük ihtimalle. Ama ben farklı bir konuya takıldım.

Özel olarak dinlemediğim için hiçbir şarkısını bilmediğim, daha çok sosyal medya hesaplarında yazdığı anlam ve imla bozukluklarına denk geldiğim Demet Akalın katıldığı bir televizyon programında şöyle demiş. Demiş diyorum çünkü TV izlemiyorum, onu da sosyal medyadaki haber sitelerinden birinde gördüm. “Bir gün arkadaşımla arabada giderken lastik patladı, takır takır jantın üstünde gidiyoruz. Durduk ve ben hemen kocamı aradım. Mesela o arayamadı. İnsan bir erkeğin gücünü istiyor.” 

Tahmin edersiniz ki yorum bombardımanına maruz kaldı. Kimi borçları yüzünden resmi olarak evliliğini sonlandırdığı için resmen bir “kocasının” bulunmadığını yazıyordu. Kimi de, erkeklerin fiziksel “gücü” için bulundurulması gereken bir “unsur” olmadığı şeklindeydi. Yorumlar bu minvalde gidiyordu. Son baktığımda Akalın herhangi bir yanıt yazmamıştı.


Sonra bugün instagramdaki başka bir yabancı sayfada ABD’li bir kadın oyuncunun kendisine gelen bir mesaj üzerine yazdığı yanıt gözüme çarptı. Pearl Harbor filminde oynayan Kate Beckinsale’e biri “You need a man” (Bir erkeğe ihtiyacın var) yazmış. Beckinsale de “Sana garanti ederim kimsenin bir erkeğe ‘ihtiyacı yok’. Gerçekte soru, isteyip istememek” diye yanıt vermiş. İki ayrı ülkenin gösteri dünyasından iki isim ve taban tabana zıt fikirler.

Demet Akalın’ın “Mesela o arayamadı” dediği, “kocasız” arkadaşının yerinde olmak istemezdim. Hoş ben zaten Demet Akalın gibi biriyle arkadaş da olmazdım ya, neyse… Kocası olmayınca eksik mi oluyor insan! Evet çünkü kadın bile olsak, öncelikle insanız!


Bir hayatı birlikte geçirebileceğimiz, hem iyi hem kötü hallerimizi paylaşacağımız insanı bulduğumuza inandığımız için bir erkekle birlikte yaşıyoruz, evleniyoruz. Bu adam ileride arabamın lastiği patladığında işe yarar, hatta arabayı servise de götürür, diye düşündüğümüz için değil. O zaten isteyerek yardım ediyorsa tamam. Ama bu “işlevleri” düşünülerek hayatına alacağın biri değil “koca”. 


Düşünüyorum da ben eşimi “Arabamın lastiği patladı” diye arasam, işlerinin arasında bu yüzden aradığım için önce fırça yer sonra da “Yol yardımı arasaydın ya” cevabını alırdım. Yıllar önce işe giderken trafik polisleri yol kapalı olduğu için bilmediğim bir yola yönlendirdiğinde kayboldum ve aradım, oradan biliyorum… 

İstanbul’un bilmediğim bir semtinde yön duygumu kaybettiğimde, sorduğum esnaf yüzüme bön bön baktığında beynimde bir ampul parladı. Hemen bir taksi çevirdim. Taksiye gitmek istediğim adresi bilip bilmediğini sordum. Bildiğini söyledi. “Tamam sen oraya doğru yola çık, arabamla seni takip edeceğim” dediğimde hep bu anı beklemiş taksicilerin gülümsemesi vardı yüzünde. Hani Amerikan filmlerinde olur ya “Öndeki arabayı takip et”… Bu biraz tersiydi, ama olsun.


Velhasıl, insan ihtiyacının durumuna göre çare üretiyor. Sırf o tür ayak işlerini görsün diye bir “koca”ya ihtiyaç yok. Hayatını iyisiyle kötüsüyle paylaşmak için, sevdiğin için evlenmeye tamam, ama sırf o ihtiyaç duyduğun fiziksel gücü bir gün senin üzerinde deneyebilecek bir adamla da kesişebilir yolun. O yüzden evlilikteki amaç “çıkarlar” değil, “birlikte bir ömür geçirmek, birlikte yaşlanmak” olmalı. İlle öyle son bulmasa da…


* 24 Ekim 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.

Bu hafta huzuru “Gizli Bahçe”de buldum

Bir günde dört mevsimi bir arada yaşadığımız ve bir gün gibi geçen bir haftadan merhaba sevgili “Dünlük”… Geçen hafta ülkedeki kötü olaylar, kötü kişiler yüzünden depresyon tarafından kovalanıyormuş gibi hissettiğimi yazmıştım hatırlarsan. Umarım okuyanlar da hatırlıyordur. Bu hafta depresyondan saklanacak bir “Gizli Bahçe” buldum. Önünden geçerken muhakkak uğradığım İş Bankası Yayınları’nda çıktı karşıma. Frances Hodgson Burnett’in yazdığı bir kitap “Gizli Bahçe”

Aslında bütün karakterlerinin çocuk olması nedeniyle çocuk kitabı olarak sayılsa da ben huzuru buldum bu kitabı okurken. Sadece üzüldüğümde ya da sinirlendiğimde değil, çok güzel duygular hissettiğimde de ağlarım. Bu kitapta da güzel duygular yüzünden ağladım. Ama bu daha çok bir rahatlama ağlamasıydı.

Ana karakter Marry Lennox Hindistan’daki ailesiyle yaşayan 8 yaşında bir kız. Annesi ve babası onunla ilgilenmiyor. Sadece maddi ihtiyaçlarını karşılıyor, manevi ihtiyaçlarını ise onu ve ailesini “sahip” olarak gören Ayah karşılıyor. Sevgiden habersiz, şımarık, bencil, hatta şiddetten kaçınmayan bir kız Mary. Annesi onunla o kadar ilgisiz ki, anne demeyi bilmez, o da diğerleri gibi “Memsahip” der. Bütün köyle birlikte ailesi de koleradan öldüğünde İngiltere’ye bir akrabasının yanına getirilir Marry. Bu şımarık, bencil, sıska kızı gözden uzak tuttukları müddetçe her ihtiyacını karşılayacaktır o akraba. Bu kilitli odaları ve bahçeleri olan, uzaktan ağlama ve çığlık sesleri gelen büyük evde Marry, hem kendisini hem gizemli bir bahçeyi keşfedecektir. Bir de annesi öldükten sonra hastalıklı ve sakat olduğu gerekçesiyle gözden uzakta tutulan kuzeni Colin’i…

Konusu özetle böyle. Ama içinde öyle güzel bir gelişim öyküsü var ki, değme kişisel gelişim kitaplarının yapamadığını yaptı bana. Huzuru gösterdi.

“Elbette dünyada sayısız Sihir olmalı ama insanlar bunun neye benzediğini veya nasıl yapılacağını bilmiyor. Belki de başlangıç, güzel şeyler meydana gelinceye kadar güzel şeyler olacağını söylemektir sadece”… Altını çizdim bu cümlenin. Belki de bizler güzel şeyler olacağını söylemeyi bıraktık. Kötü şeyler olmasın diye dua ederken bir yandan da gözümüzü korkuyla kapatıp kötü şeylerin olmasını bekledik. O yüzden de güzel şeyler terk etti dünyayı…

Kitapta bir bölümün daha altını çizdim: 

Bir şeyi tekrar tekrar söyleyerek ve zihnine sonsuza dek yerleşene kadar düşünerek öğreniyorsun, sanırım Sihir için de aynısı olacaktır. Onu size gelmesi ve yardım etmesi için sürekli çağırırsanız bir parçanız olacak, yanınızda kalacak ve işini yapacaktır.”

1911 yılında yazılmış bir kitap “Gizli Bahçe”… Birçok kez tiyatroya ve filme de aktarılmış. Ben kendi hayal gücümdeki bahçeyi kaybetmemek adına filmini seyretmeme kararı aldım. En azından uzunca bir süre…

Eğer çocuklarınız varsa muhakkak okutun. Hatta kendiniz de okuyun. Hayal gücünüzün genişlediğini, içinizin umutla dolduğunu hissedeceksiniz. Yine kitaptan bir cümleyle bitireyim yazıyı:

“Üzücü veya kötü bir düşüncenin zihninize girmesine izin vermek, kızıl mikrobunun vücudunuza girmesine izin vermek kadar tehlikelidir. İçinize girdikten sonra orada kalmasına izin verirseniz, yaşadığınız sürece ondan asla kurtulamayabilirsiniz.”


* 17 Ekim 2020 tarihinde www.durumgazetesi.com.tr adresinde yayımlanmıştır.