17 Aralık 2009 Perşembe

Hangisi daha çok üzer?

Evindeki televizyon çalındığında şöyle dert yanmıştı, “Kocam gittiğinde bile evde bu kadar boşluk hissetmemiştik çocuklarla…”

5 Aralık 2009 Cumartesi

Fotoğrafsız kızlar…

Onlar, töre cinayetine kurban giden, gittiğinden şüphelenilen kızlar… Genelde fotoğrafları olmaz… En fazla öldürüldükleri yeri… Onları öldüren aile fertlerinin fotoğraflarını görebilirsiniz gazetelerde.
Adıyaman Kahta’da, evinin önündeki tavuk kümesinden cesedi çıkarılan Medine de bu “fotoğrafsız” kızlardan…
3 Aralık Perşembe günü, 155 Polis İmdat telefonuna gelen bir ihbarla bulundu cesedi… Arayan kişi, “16 yaşındaki Medine Memi’nin aile meclisinin aldığı karar doğrultusunda öldürüldüğünü, evlerinin bahçesinde bulunan tavuk kümesine gömüldüğünü” söyledi.
Ailesinin, mahalleliye kızlarının 40 gündür kayıp olduğunu söyledikleri anlaşıldı. Ama polis resmi bir kayıp başvurusu yapılmadığını gördü. Evin önünde gerçekten de bir kümes olduğu anlaşılınca polis, savcılığa başvurup arama kararı çıkardı.
Kümes kazıldığında genç kızın oturur vaziyette, boğazına eşarp sarılı haldeki çürümeye yüz tutmuş cesedi çıktı.
Anlatılanlara bakılırsa Medine, kendisini dövdüğü için dedesini şikâyet etmiş. Hatta dedesi hakkında işlem başlatılmış. Dedesi, Medine’yi, erkeklerle gezdiği için dövüyormuş.
“Fotoğrafsız” töre kurbanları arasına girdi Medine de… Ondan geriye, cesedinin çıktığı kümesin fotoğrafı kaldı.

3 Aralık 2009 Perşembe

MASAL1

Ağustos Böceği ile Karınca
21. yüzyılda


Herkesin bildiği bir masaldır
Ağustos böceği ile karınca…
Yaz boyunca saz çalıp eğlenmiştir ağustos böceği
Karınca ise soğuk geçecek kış için yiyecek toplamıştır
Saz çalan böcek kış geldiğinde karıncanın kapısına dayanır
“Sen yaz boyunca ne yaptın” der karınca
‘Saz çaldım saz’ diye yanıtlar ağustos böceği
Karınca da cevap verir: “Öyle mi şimdi de oyna biraz!”
Peki aynı ağustos böceği ve karınca 21. yüzyılda yaşasaydı neler olurdu
Saz çalıp eğlenen ağustos böceği, arkadaşlarının da gazıyla
Popstar yarışmalarından birine katılır
Jüriyle atışır, diğer yarışmacılarla kapışır
Diğer ağustos böceklerinin de yolladığı SMS’lerle finale kalır
Ne sesi sestir, ne çaldığı saz!
Ama kendisini beğenmeyen jüriye inat
Albüm yapmaya karar verir
O artık albümlü bir ağustos böceğidir
Karınca ise bildiğimiz gibi yiyecek için çalışır didinir
Bütün çabası soğuk geçecek kış içindir
Ama bakar ki kış gelmek bilmez
Haberleri dinler ki küresel ısınma yüzünden gelmeyecektir
Ağustos böceği çalar yine de karıncanın kapısını
Karınca yorgun ve bitkin
“Ooo, hoş geldin” der
Ağustos böceği neşeli, müjdeyi verir
“Yaz boyunca saz çaldım ya…”
“Sonunda keşfedildim artık benim de bir albümüm var”
Karınca ise yuvasında kış için biriktirdiği yiyecekleri gösterir
“Ben de çalıştım kış için ama…
Küresel ısınma diye bir şey çıkmış
Kış galiba gelmeyecekmiş”
Ağustos böceği “Boş ver” der
Atlarlar albümden kazandığıyla aldığı otomobile
Koyarlar CD’ye Ağustos böceğinin albümünü…
Giderler yeni bir 21. yüzyıl masalına…

Tilki ve akıllı karga!

Tilki ile karganın masalını hatırlar mısınız?
Hani akıllı tilki, karganın ağzındaki peynirin kokusunu alınca…
“Tüyleriniz gibiyse sesiniz, sultanı sayılırsınız bütün ormanın” deyip
karganın ağzını açmasını sağlıyordu..
Peynir düşünce de yiyor, üstelik kargaya ders veriyordu:
“Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir”
Bu masal da 21. yüzyıla uyarlandığında
Gerçeklerin öyle olmadığı anlaşıldı.
Bilim adamları araştırdı, deneyler yapıldı
Karga aslında hiç budala sayılmazdı
Alet kullanımında maymundan bile iyiydi
Hatta önüne bırakılan tellerle yemeğini
uzun ağızlı bir kaptan bile alabildiği
Deneylerle kanıtlandı…
Öyle ki, mekanik düşünce yeteneğiyle
insan zekasına en yakın hayvandı
Bilinmez La Fontaine bunları duysa ne derdi
ama…
Çocuklar gerçekleri öğrense hiç fena olmazdı

29 Kasım 2009 Pazar

İngiltere'ye gidip Roma hamamında terlemek




















On yıl aradan sonra yine bir kış ayında Londra'daydım. Ama bu sefer daha şanslıydım çünkü yüzde 75'lere varan 'sale' dönemine rastgeldim. Dükkân dükkân dolaşmak, alışveriş yapmak çok zevkliydi. Ama paralar suyunu çekip kredi kartı limiti zorlanınca şehir dışına çıkmak, kültür turlarına beklenenden hızlı geçmek farz oldu.

İLK DURAK WINDSOR

Windsor, aynı adlı kalenin altında adeta 'ezilen' bir kasaba. Windsor Kalesi'nde Kraliçe'nin yazlık mekânı olarak kullandığı bölüme girmek yasaktı. Ancak demir parmaklıklı kapının ardından fotoğraf çekilebiliyordu. Turistlerin gezebildiği müze bölümünde ise en çok ilgimi çeken Kraliçe Mary'nin Bebek Evi'ydi. Sir Edwin Lutyens tarafından 1924'te tasarlanmış bu bölüm. Her parça 1:12'lik oranla yapılmış. En ince ayrıntısına kadar her şey vardı bu 'küçük' sarayda. Kral'ın, Kraliçe'nin, çocukların, çalışanların odasının minik birer kopyası, sadece küçükleri değil, herkesi çocukluğuna götürüyordu.
Bir de Kraliçe Elizabeth'in ve atalarının evlilik hikâyeleri ile fotoğraflarının yer aldığı bölüm çok ilgi çekiciydi. Kraliçe Elizabeth eşi Prens Philip ile tanıştığında henüz 13 yaşındaymış. Prens de 18 yaşında bir askeri öğrenci... Görüşmüşler, birbirlerini beğenince de 5 yıl sonra nişanlanmışlar... Biraz görücü usulü koksa da bir çeşit prenses masalı yani...
China denilen Porselen odasında ise yüzlerce yıllık çini işleri vardı. İçlerinde İznik çinilerini gördüğümde bayağı bir gururlandım. Buradaki porselenler kraliyet düğünlerinde kullanılmış. Yani şimdi kilitli camların ardında sessiz dursalar da her birinin bir hikâyesi vardı.
Dışarıda nöbette duran 'ciddi' İngiliz askeri ise belki tarihinde ilk kez güldü. 3.5 yaşındaki oğlum Derin kendisine Türkçe "Sen süs müsün?" diye sordu. Eniştesi de bunu oradakilere İngilizce olarak aktarınca, asker bile kendini tutamadı!

OXFORD CITY

Adını nehir geçmeye uygun yer anlamına gelen 'a ford for oxen'den alan şehir, dev bir üniversite kampusu aslında... Christ Church'a gittik; Harry Potter filmlerinin çekildiği okula. Harry Potter'in hani şu büyülü yiyecekleri yediği yemek bölümünde dolaştım. Ancak duvarlarında, filmdeki gibi hareketli büyücülerin değil, tarih içinde okulun öğrencisi olmuş ünlü isimlerin resimleri vardı. Girişte asılı yemek mönüsüne bakılırsa orada öğrenciler büyülü olmasa da yemek yemeye devam ediyordu.

VE BATH...

Londra'ya arabayla 2.5 saat uzaklıkta, Avon vadisine kurulmuş 'küçük' bir şehir. Yani baştan başa dolaşsanız 1 saati bulmaz gezmeniz. Ama garip bir çekiciliği var. Avon nehri kentin içinde usul usul akıyor. Bizim gittiğimiz dönemde nehir biraz yükselmişti. Normalde yürüyüş yapılan alanlar, oturulan banklar sular altındaydı.
Bath'ın Romalılardan kalma hâlâ ayakta duran bir hamamı var, adı da burdan geliyor zaten. Ve bu hamam, Kuzey Avrupa'daki en iyi korunmuş arkeolojik yerlerden biri olarak hayranlık uyandırıyor. Daha da ilginci müze şekline getirilmiş hamama girişte Türkçe bilgilerin yer aldığı bir broşür bile veriliyor.
Bath'taki Romalı şifalı su merkezi, İngiltere'nin M.S. 43'te Romalılar tarafından işgalinden sonra kurulmuş. Adını da Romalı tanrıça Minerva'nın Kelt karşılığı olan Pınar tanrıçası Sulis'ten almış.
Romalılar girince pagan tapınağı yıkılmış, hamamlar çökmüş. Kral Hamamı 12. yüzyılda doğrudan kutsal kaynağın üzerinde inşa edilmiş ve şifalı banyolar yüzme amaçlı kullanılmış. 18. yüzyılda şifalı su içmek moda olunca Kral Hamamı'nın yanına Pompa Odası yapılmış.
Roma Hamamı'nın bir kısmının ilk 'yeniden' keşfi 18. yüzyılda gerçekleştiyse de, Roma ören yerinin boyutu o zamanlar anlaşılamamış. Roma Hamamı'nın büyük kısmının kazısının tamamlanması ve ören yerinin gerçek boyutunun ortaya çıkması, ancak 1880'lerde gerçekleşmiş.

Romalı karakterler

Müzenin içinde ekranlar vardı. Çocuklar için özel olarak bir animasyon yapılmış. Romalı karakterler, hamamın tarihini anlatıyor, bölümler hakkında bilgi veriyordu. Büyükler için de istedikleri bölümün numarasına basarak dinleyebilecekleri bir aletten istediğiniz bilgiye ulaşabiliyordunuz.

Dejavu duygusu

Kazılarda çıkan paralar, taşlar, mozaikler evet ilgi çekiciydi... Minerva'nın yaldızlı bronz başı da güzel ve ürkütücüydü. Ama hamamı görünce her şey değişti. Gerçekten kendimi o döneme gitmiş gibi hissettim. Belki de o dönem giysileriyle ortada dolaşıp hamamın tarihini anlatan rehberdi bunu hissettiren; ya da belki benim bu havuzu yıllar önce rüyamda gördüğüm için yaşadığım dejavu duygusu... Bilemeyeceğim. Ama insan orada zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyordu gerçekten de...

Dilek havuzu

Romalıların o dönemde dileklerinin olması için bozuk para attığı küçük havuz vardı ören yerinde. Bir de not asmışlardı yanına: "Zamanında Romalılar dileklerinin olması için bu havuza para atıyordu. Siz de para atarak, kazılar için bize yardımcı olabilirsiniz" diyen... Havuza para atma işini en çok Derin sevdi... Attığı her parada da bir oyuncak diledi:)
Çıkışta Pompa Odası'nda hamamdan çıkan şifalı suyu da denedim. Paslı demir gibi kokuyordu. Ama ben burnumu tıkayıp bütün bardağı kafama diktim. Oraya kadar gidip o suyu içmeden dönmek olmazdı.

Jane Austen'in evi

Şehri turist otobüsleriyle de gezdik. Ama dedim ya küçücük bir şehir. Yani bir saati geçmez yaya olarak gezip bitirmek. Ama tur otobüsünde, her yeri ikişer üçer kez gezdirerek, her ayrıntı için dakikalarca durup anlatarak haklarını verdiler doğrusu. Mesela ünlü yazar Jane Austen'in şehre geldiğinde kaldığı evi gösterdiler. Ayrıntılarıyla anlatarak...

Nicolas Cage'in 6 numarası

18. yüzyılın başlarında sosyetenin ünlü simaları İngiltere'nin bir numaralı hamam kenti olan Bath'a gelirmiş. Yöredeki Yaşlı ve Genç iki mimar John Wood tarafından yapılmış büyük bal renkli kireçtaşı George dönemi terasları şehre bugünkü kalitesini getirmiş.
Bir de orada Roma dönemini yansıtan mimarisiyle ilgi çeken evleri tek tek anlattılar. Üzerinde numarası yazmayan 6 numaralı evin Nicolas Cage'e ait olduğunu, orayı 6 milyon pound'a aldığını da söyledi rehber. Ve bence herkes en çok bu bölümü ilgiyle dinledi.

UNESCO dünya mirası bölgesi

UNESCO dünya mirası bölgesi olan Bath, göz alıcı George dönemi mimarisi, Roma banyoları, üniversitesi ve muhteşem vadi manzarasıyla gerçekten görülesi bir şehir. Ama daha da önemlisi, burayı yönetenlerin müzede sergiledikleri yaklaşım ve otobüs turlarının kalitesi, küçücük bir kentin nasıl bir turizm harikasına dönüştürülebileceğini gösteriyor insana...

NOT: Bu yazının biraz kısa şekli 24 Ocak 2009 tarihli Milliyet Cafe ekinde çıkmıştı. O zaman bir okuyucu sormuştu "Dejavu ne demek?" diye... TDK'nın internet sitesinden alıp yazıyorum: Bir yeri daha önce görmüş olma veya bir olayı daha önce yaşamış olma duygusu.

26 Kasım 2009 Perşembe

Odun çiçek getirirse...

Gün geçmiyor ki, yazı işleri toplantısında sanığa Denetimli Serbestlik Uygulaması kapsamında ilginç bir ceza verilmesin; ve bu haber olmasın... Kitap okuma cezaları, ağaç dikme hatta diktiği ağacı gözetleme... Geçtiğimiz haftalarda Araç ilçesinde bir kadın hâkim, eşini döven kocaya özür dilediğini yazan bin el broşürü dağıtma cezası verdiğinde tüm Türkiye bu cezayı ve o hâkimi konuştu.
Ama pazar günü masaya gelen bir haber vardı ki, "Denetimli Serbestlik Uygulaması yeter mi?" diye düşünmeden edemedik.
Diyarbakır'dan gelmişti haber. "Üzerine kuma getirdiği eşine ve çocuğuna şiddet uyguladığı gerekçesiyle yargılanan Hayrettin Çetintaş, duruşmada "Bugüne kadar çiçek götürmüş değilim" dediği eşine, beş ay boyunca her hafta çiçek götürme cezasına çarptırıldı."
Hayrettin Çetintaş, 7 çocuk babasıymış. Resmi nikâhlı eşinin yanı sıra imam nikâhıyla yaşadığı bir eşi daha varmış. Kendini şu sözlerle savunmuş: ""İkinci eşimi yeni aldım. Kendisi yeni geldiğinden midir bilmiyorum, ağzını dahi açmıyor. Ama eski karım bana illallah çektiriyor. Ayrı ev tutmamı istiyor. Kapıcılık yapıyorum ve çok yoruluyorum. Onlardan bana yardımcı olmalarını istiyorum. İş yoğunluğunda bana yardımcı olmayan çocuğuma da vurmuş olabilirim. Onun iyiliğini düşünüyorum."
Evli, 7 çocuğu var ve ikinci bir eş alıyor. Bu sözlerden benim anladığım, "Asıl amacım kapıcılığın gerektirdiği tüm ağır işleri onlara yaptırmaktı ama yapmadılar"... Yapmayınca da 'öz eşini' dövüyor. Hâkim de ona beş ay boyunca çiçek götürme cezası veriyor. Şimdi o adam, bu kadına çiçek götürse ne olur, götürmese ne olur? Çiçeği, kafasına atar gibi attıktan sonra... O kadının ruhu, ikinci bir kadının varlığıyla yaralandıktan sonra o çiçek, bu yaraları kapamaya yeter mi? Ya çocuğunun yediği dayakları unutmasına...
Haaa adama, oğluna vurduğu için de ayda bir adet olmak üzere, aile ilişkileri ve çocuk gelişimi konulu beş kitap okuma cezası verilmiş. O kitabı okumak için de biraz geç kalmış. Hatta birkaç kuşak geç kalınmış. Öncelikle bu adamı yetiştiren anne baba okumalıydı ki, bu adam karısı varken, -işlerini yapsın diye- başka bir kadın almasın... Bakamayacağı kadar çok çocuk yapmasın... Yaptıklarını dövmesin...

NOT: Bu yazıyı 21 Haziran'da yazdım... Diyarbakır'da yaşanan gerçek bir olaydan sonra...)

16 Kasım 2009 Pazartesi

Martılar ve son dilekler...

Martılar insanların son dileklerini duyar mı?
Kanser hastalığı nedeniyle Cumhurbaşkanı tarafından affedilen Güler Zere, martıların sesini duymak için Boğaz’a gitmiş geçen Pazar günü… Ama isteği yerine gelmemiş.
Avukatı, “Martıların sesini duymak istiyordu ama, o gün orada hiç martı yoktu” demiş.
Sanki bir şiirin içinden gelen bir son dilek… Ama yarım kalmış.
Belki de martılar, başka insanların son dilekleri için başka bir sahildeydi o sırada…
Ya da kendi son dileklerini yerine getirmek için süzülmüşlerdi gökyüzüne…
16.11.2009

MARTILARI DA KALDIRSINLAR O ZAMAN...

Çok yakında Boğaz’da
Vapurlar kalmayacak
İş dönüşü binilen
hani o kafada bin bir düşünceyle…
Sonra dikkatin birden karşıda oturan
yolcuya yöneldiği…
Onun hakkında binlerce senaryo
üreterek bitirdiğimiz iş dönüşleri…
Hepsi tarih olacak…
Soğukta içilen kötü ama sıcak çay
Martılarla paylaşılan simitler
İlk aşkla gidilen iskeleler
İlk aşk gibi mazide kalacak
Tamam vapurlar kalksın,
Yerine hızlı otobüsler gelsin…
Ama o zaman lütfen
martıları da kaldırsınlar...



(Boğaz'daki vapurlar kaldırılacak haberlerinin geldiği bir günden...)

15 Kasım 2009 Pazar

Milleti kurtaranlar yalnız ve öğretmenlerdir... ama...

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır.”
Bu söz Mustafa Kemal Atatürk’ün…
“Öğretmenler niteliksiz yetişiyor. Oğlumun matematik öğretmeninin çok da matematik bildiğinden emin değilim.”
Bu söz YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın… Fen ve edebiyat fakülteleri mezunlarının öğretmenlik hakkının alınmasıyla ilgili olarak söylemiş…
"PEKİ! ZEKİ MÜREN'DE ATANDIĞIMIZI GÖRECEKMİ?"
Bu söz ise ataması yapılmadığı için protesto yapan bir öğretmen adayının pankartından… Tashihler bizzat yazana ait. Dahi anlamında ve ayrı yazılması gereken de bitişik yazılmış. Soru eki olan ve ayrı yazılması gereken mi de bitişik…
Pankartı görünce, “Sizin öğretmen atandığınızı biz görürsek vay halimize” diye düşünüyorum.
Öğretmenlere çok acımasızlık ettiğimi düşünebilirsiniz ama Türkçeyi doğru dürüst yazamayan –ne öğretmeni olursa olsun- bir öğretmenin ya da YÖK Başkanı Özcan’ın dediği gibi matematik bilmeyen bir öğretmenin çocuğumu eğiteceğini düşününce aklıma pek başka bir şey gelmiyor. İyi ve kendini günün şartlarına göre geliştiren öğretmenlerimizi tenzih ederek diliyorum ki, lütfen milleti değilse de öğrencilerinizi kurtarın!

14 Kasım 2009 Cumartesi

RUH EMİCİLER

Ruh emiciler!
Sizin hayatınızda kaç 'ruh emici' var? Ya da şöyle sorayım: Ruh emicileri nasıl ayırt edebilirsiniz?
'Ruh emici de ne?' dediğinizi duyar gibiyim. Kesin biliyorsunuz da sizin onlara taktığınız isim belki başkadır.
Ben bu 'ruh emici' kelimesini bir Harry Potter kitabında okumuştum ve insanın ruhunu emen kişilerin yalnızca 'sihir aleminde' değil, çok yakınımda olduğumu gördüm. Ve de bu tanımı çok sevdim.
Onlar çeşit çeşittir. Ama bir ortak özellikleri vardır ki, mutsuzdurlar. Evet mutsuz. Suratlarından mutsuzluk akar. Devamlı dırdırlanırken görürsünüz onları. İşlerinden hoşnut değildirler, ondan, bundan hiçbir şeyden hoşnut değildirler. Ayrıca kıskançtırlar; ölesiye… Özellikle iş konusunda. Hem çok çalışmaktan şikâyet ederler, hem de biri yardım teklifinde bulunsa öldürecek gibi bakarlar.
Fiziksel özellikleri bile 'ben buradayım' der. Gözlerinin altı devamlı mordur. Kaşları devamlı çatık durmaktan çizgi çizgidir. Siyahı ve tonlarını giymekten hoşlanırlar. Renkli giyinmezler; giyinemezler. Giydikleri renkli şeyler bile onlarda 'siyah' gibi görünür.
İşte bu tip insanlar, insanda ruh bırakmazlar. Mutlusunuzdur, onları görünce gider mutluluğunuz. Hatta ben niye hiçbir şeyden şikâyet edemiyorum diye bir süre sonra kendi kendinize sormaya başlarsınız. Ki en tehlikeli başlangıçtır bu. Her an sizin de bir 'ruh emiciye' dönüşebileceğinizin işareti…
Kadın erkek ilişkilerinde de mutsuzdurlar ve mutsuzluklarının bulaşıcı olmasını isterler. Mutlu herkese diş bilerler, tıslarlar…
Ara sıra 'ben hiçbir şeyi umursamıyorum'culuk oynarlar. Ama onu bile beceremezler. Üstelik 'Ruh emiciliğin' ne yazık ki tedavisi de yoktur.
Sadece size bulaşmamasına dikkat etmeniz gerekmektedir. Bunun için de bulaşıcı ortamlardan uzak kalmak en iyi çözümdür.