3 Şubat 2021 Çarşamba

Gönüller bir olurduktan sonra en uzaklar bile yakın oluyor

2020’nin bitmesine sayılı günler kaldı sevgili “Dünlük”. 2021 için geri sayım başladı. Sosyal medyaya baktığımda öyle bir hava var ki, 2020 biter bitmez her şey düzelecek, Covid 19 bitecek, ekonomik krizler son bulacak. Umutlu olmak güzel tabii de bu kadar beklentiye girmek insanın hayal kırıklığını artıracak diye korkuyorum.

Benim için 2021’in özel bir önemi var. İlk üniversiteden mezun olalı tam 30 yıl bitiyor 2021’de… Gerçi dişim apse yapıp yüzüm şiştiği için mezuniyet balosuna gidemedim ama olsun.

30 yıl… Oysa daha dün gibi. Ben o yıllarda da, şimdi olduğu gibi arkadaşlığa çok değer verirdim. Tabii karşı tarafta da aynı değeri hissettiğim sürece…


Ancak ilk sene anlaşıp arkadaş olduğum kişiler çalışma hayatına erken atılıp okula sınavdan sınava uğramaya başlayınca kendimi çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum. Bunun için çok da üzülüyordum. Hatta annem, “Belki ikinci sene yeni birileri gelir sana arkadaş olur” dediğinde, azarlamıştım. “İlkokul mu bu, babası tayin olacak ya da taşınacak da, üniversiteye ikinci sene yeni birileri gelecek” diye… Ama anneler her zaman bilir. Benim annem de bildi. İkinci sene sınıfımıza, Ege Üniversitesi’nden yatay geçişle gelen kişiyle gerçekten iyi arkadaş olduk.

Boş derslerde, ya da boş her anımızda müzeleri, sanat sergilerini, tarihi camileri gezdik. Okul dışında da görüşmeye çalıştık. Ancak okul bittiğinde iş hayatının yoğunluğunda görüşmelerimiz azaldı. Sonra o evlenip başka bir şehire yerleşti. İyice kaybettim izini.

Yıllarca rüyalarıma girdi tekrar görüşmemiz. Hep kalabalık bir yerde görüyorum onu, sonra yetişince arkasını dönüyor, başkası oluyor. Ya da kalabalıkta kaybediyorum izini… Ama inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün elbet bir yerlerde buluşuruz diyordum.


Facebook icat olunca, ilk iş olarak onun adını arattım. Çok bulunan bir isim olmasa da birkaç tane çıktı karşıma. Mesaj yolladım. Biri “Ne yazık ki ben değilim” diye döndü. Birinden hiç yanıt gelmedi. Biri de rahatsız ediyorum diye kızmıştı yanlış hatırlamıyorsam.

Yıllar yıllar sonra, iş hayatından ayrıldım. Hatta sonra emekli oldum. O zaman mesajıma dönmeyen kişi yıllar sonra mesaj attı“Evet, benim” diye… Meğer arkadaş listesinde olmadığım için mesajım istenmeyen mesajlara düşmüş. Onun görmesi de yıllar sürmüş. Tekrar buluşmamız geç ve güç olmuştu ama olmuştu işte…

Şimdi başka başka şehirlerde teknolojinin verdiği imkanlarla, sanal yollardan da olsa görüşüyoruz. Görüşleri benim için her zaman önemli. Birbirimize, fikirlerimize her zaman saygı duyduk. O yüzden de yıllar sonra kaldığımız yerden devam edebildik.

Şimdi ben onun o duru, insanı rahatlatan sesinden okuduğu şiirleri dinliyorum youtube kanalında… O benim yazılarımı okuyor, görüşlerini yazıyor. Uzakları yakın eden teknoloji sayesinde, kilometrelerin önemi kalmıyor nasılsa… Yeter ki gönüller bir olsun…


Not: Geçtiğimiz hafta sonu açık öğretim sınavları yüzünden yazı günüm bu haftalık değişti. Bundan sonra yine aynı günde buluşmak dileğiyle…



Korku filmi olsa yarıda bırakır çıkardık ama bizzat yaşadık

2020 yılının son cumartesi gününden merhaba sevgili “Dünlük”… Genelde yıl sonunda insanlar sosyal medya hesaplarında yeni yılla ilgili beklentilerini, kendi hayatlarıyla ilgili hedeflerini yazar(dı). Kilo vereceğim, spora başlayacağım, daha iyi bir iş bulacağım vs… Ama dünya tarihine adını ‘pandemi nedeniyle evlere kapandığımız yıl’ olarak yazdıracak olan 2020 en azından plan yapmamayı öğretti. Ben son yıllarda tek bir şey diliyordum gelen yıldan: Gelen gideni aratmasın ve hiçbir şey getirmese de götürmesin yeter!

Bu yıl pandemi nedeniyle kendimle daha fazla vakit geçirince sevmediğim bazı huylarımla da yüzleştim ister istemez. Aceleciliğim, sabırsızlığım mesela… Bunları zaten biliyordum. Ve bu sene tıpkı yavaş şehirler gibi bir yavaşlama içine girdim. Çünkü istesem de yapamayacağım şeyler olduğunu gördüm: Sevdiklerine sarılamamak, istediğin zaman istediğin yere gidememek…


Bir de keşfettim ki, hayal kırıklıklarım büyük oluyor. Beni depresyona sokacak kadar hem de. Kendime yakın hissettiğim kişi (Bizzat tanıyor olmam gerekmiyor), hiç beklemediğim bir davranışta bulunduğunda, ihanete uğramış hissediyorum. Sonra da kendime kızıyorum neden bu kadar büyük beklentilere girip kendini bu kadar yıpratıyorsun diye… Yeni yılda mesela bu yönümü daha da azaltmayı, hatta kurtulmayı istiyorum. Ne kadar başarırım bilemem tabii.

Bunlar kendimle ilgili yıl sonu bilançomda çıkanlardı. Ülkeninkine baktığında gördüklerim ise çok daha iç karartıcı.

Korona virüsü kaynaklı ilk ölümün açıklandığı 17 Mart’tan 25 Aralık akşamına kadar toplam 19 bin 371 kişi Covid 19 yüzünden vefat etmiş. Aşıyla ilgili gelişmeler inşallah 2021’i daha umutlu yapmaya yeter.


11 AYDA 431 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ


Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verdiği raporlar ise daha dehşet verici. Platformun verdiği rapora göre, 2019 yılında 474 kadın ÖLDÜRÜLDÜ.

2020 yılında ise 11 ayda 431 kadın ‘can’ verdi. Bu kadınlardan 275’i erkekler tarafından katledilirken 156 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Çoğu araştırılmayı bekliyor.

Pandemi nedeniyle evlerde şiddete maruz kalan, gidecek yeri olmadığı için şiddeti “kol kırılır yen içinde kalır” diye kabullenmek zorunda olan, şikayet ettikleri kişiler yargı tarafından serbest bırakıldığı için “Ne zaman öldürüleceğim?” diye bekleyen kadınların sayısı da neredeyse cinayete kurban gidenler kadar fazla.


Kadını, ayrılmak istediği için, kıskandığı için, beyni yerine başka organlarıyla düşündüğü için öldürmeyi hak gören erkekler, ancak eğitimle, o da kadının eğitimiyle değişebilir. Çünkü kadın eğitildiğinde, bir nesil düzelir. O yüzden zaten üniversiteleri fuhuş yuvası diye karalamalar… O yüzden kadının yeri evidir diye fetva vermeler. Gerçi sonra hastaneye gittiğinde karısını, kızını erkek doktor muayene ediyor diye doktoru döverler. Sormazlar mı adama, kızları okutmuyorsunuz ama kadın doktor aramayı biliyorsunuz diye!!! Ayrıca üfürükçü olunca kadın aramıyorlar, erkek üfürükçüler tarafından kandırılıp taciz ediliyorlar! Bu konuda çok doluyum, o yüzden burada keseyim. 

2021 umarım herkesin kendisiyle ilgili öz eleştirisini yapıp değiştirebileceği yönlerini değiştirmek için adım attığı bir yıl olur. Kendisinden hiçbir beklentim yok, 2020’yi bile aratmasın yeter!



Tepeden dalga dalga yayılan iğrenç zihniyet

Korona virüs nedeniyle evde karşıladığımız (Ben zaten evde karşılardım o anlamda bir şey değişmedi) 2021’in ikinci gününden merhaba sevgili ‘Dünlük’. Yine virüs nedeniyle üç gün boyunca evlerdeyiz. Pazartesiye kadar tatile çıkan virüs, pazartesi ‘normal’ hayatlarımıza dönünceye kadar izinli. Şaka bir yana, eskiden yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder derlerdi. Dolayısıyla bu yıl da evde kalacağız gibi görünüyor.


Yılbaşı gecesi televizyondaki hiçbir şey ilgimi çekmedi. İnternette sörf yaparken buldum kendimi. Daha ilgi çekici geldi televizyondan bana. Mesela instagramda gelecek burada diye bir sayfa buldum. www.gelecekburada.net diye internet sayfasının instagram tanıtım sayfası. Sayfa kendisini “Sanal gerçekliğe dair tüm temel kavramları ve gelişmeleri bu başlığın altında derledik” diye tanıtıyor. Özellikle bugünlerdeki kadınlara yönelik taciz ve şiddet haberleri nedeniyle bir gönderileri daha çok ilgimi çekti.


O bildirinin ilk sayfasında “Akıllı elbise giyen 3 kadın, 3 saat 47 dakikada 157 kez fiziksel tacize uğradı” yazıyordu. İkinci sayfada, şöyle devam ediliyor: “2017 verilerine göre dünya genelinde kadınların en az yüzde 35’i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldı. Sadece ABD’de ankete katılan kadınların yüzde 65’i en az bir kez tacize uğradığını söylerken Avrupa özelinde kaba bir ortalama ile bu rakam yüzde 42.6. Her ne kadar bu tarz istatistiklere sahip olsak da erkekler, kadınların yaşdığı tacizin ‘abartıldığını’ düşünüyor.”


Ardından Schweppes ve reklam ajansı Oglivy tarafından 2018 yılında tasarlanan “Akıllı elbise” ile yapılan bir araştırmaya ait bilgiler veriliyor. Yaptıkları araştırmayla The Dress for Respect (Saygı Elbisesi) denilen akıllı elbiseyi giyen kadınların, bir gece eğlenmeye çıktığında ne kadar çok fiziksel tacize uğradıklarını tespit etmişler. Buna göre bu elbiselerden giyen 3 kadın, 3 saat 47 dakikada 157 kez fiziksel tacize uğramış. 


O elbiseyi giyen kadın aynı zamanda kamera ve mikrofonla da takip edilmiş. Kadınlara her izinsiz dokunulduğunda elbiselerdeki sensörler sayesinde bir ısı haritası oluşturulmuş. Çalışma öncesi “Bence her şey hakkında çok şikayetçiler” diyen erkeklere bu video gösterildiğinde “Bu çok saçma. Şuba bak, direkt öpmeye çalışıyor. Aman Allahım” gibi tepkilerle karşılaşılmış. 

Bilimsel verileri olan bir araştırma. Postun kaydırmalı üçüncü sayfasında, o geceye ait video da var. Kadınların nasıl ‘fiziksel’ tacize uğradığını da gösteren.


Tamam haber ilginç. Ama beni asıl dumura uğratan, bu postun altına yorum yazan Türk erkeği zihniyeti oldu. Üstelik yazdığına göre kendisi de en azından sanal gerçeklikle ve bu tür işlerle uğraşan biri. Yorum da şu: “İstediğin kadar anket yap hiçbir anlamı yok. Kadınlar beğemedikleri erkeğin ilgisine taciz der.”

Kendisini okumuş, aklı başında bir insan olarak tanıtan bu şahıs “Kadınlar beğenmedikleri erkeğin ilgisine taciz der” yorumunın ardından sayfa admininin “Videoda yaşanan tacizi görebilirsin” tarzındaki yanıtına ise şöyle yazmış: “Bara gidip de beni mıncırdılar diyen bir kadın benim umrumda değil.”


İşte Türkiye’deki üstten dalga dalga gelen “erkek zihniyetini” özetleyen cümle. Kadın onların istediğini, onların istediği kadar yapacak. Aksi takdirde her şeyi, tacizi, hatta ölmeyi hak ediyor!

Bu zihniyet okuldaki “eğitim”le aşılacak bir şey değil. Ailedeki eğitimde bu verilmeli. Ama önce her şeyin kötüsünü hak ettiğine inandırılarak yetişen kadınlar değişmeli ki, oğullarını o yönde eğitebilsinler. O yüzden kadının yeri evi falan değil! Erkekler de kadınları “hak ettiği” şekilde cezalandırması gereken cellatlar değil!

Bütün ev işlerini kız çocuklarına yaptırıp oğlunun içeceği suyu bile kızıyla ayağına yollayan anneler de suçlu. Erkek adam istediğini yapar deyip kızına ‘kır dizini otur oturduğun yerde’ diyen babalar da! Ve onlar adam olmadan, daha çoook böyle yorumlar okuyup daha çok kadının ardından sosyal medyada adalet aramaya devam edeceğiz! Ta ki bu zihniyet değişene kadar!




Havadan sudan olsa da konuşmayı özledim

Bahar gibi geçen sıcak bir hafta, bugün yerini yağmurlu, serin bir havaya bıraktı. Ama yine de kış gibi değil sevgili “Dünlük”. Sanki sonbahar yeni gelmiş gibi. Umarım yağmurlar devam eder. İşte havadan sudan da olsa konuşmaya başladık seninle. Şimdi benden haberler…

2021’in ilk kitabı olarak Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” kitabına başladım. Masumlar Apartmanı’nın bu kitaptan çekildiğini öğrendiğimde ve diziyi çok uzun olması, iç karartması nedeniyle izlemeyi bıraktığımda kitabı okumayı aklımın bir köşesine yazmıştım. Ödünç alarak okuduğum için altını çizemiyorum ancak sevdiğim sayfaların fotoğrafını çekiyorum. Yarısına ulaştım. Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu, kendisine gelen birçok hastasıyla ilgili hikayeler paylaşmış kitabında. Ama benim amacım kitabı ya da yazarı eleştirmek değil.

Okuduğum kısma kadar olan bölümde anladığım, bütün psikolojik sorunların sebebi (Genetik değilse ya da altında başka bir hastalık barındırmıyorsa) yalnızlık, iletişimsizlik ve sevgisizlik. 


Kimi iletişim yolu olarak kavgayı, hatta dövülmeyi seçiyor. Kimi iletişim kuramadığı kocasıyla ‘hastalanarak’ iletişim kuruyor. İleri safhalarda, sevgisizlik özellikle de anneden geldiyse, sevilmediği için kendisini suçluyor. Kendisini cezalandırma yolunu seçiyor. Hastalardan bazıları konuşmamanın sonunda kafasındaki seslerle konuşmaya başlıyor. Tabii o ses çoğu zaman iyi şeyler söylemiyor.

Kitapta, evde hiç konuşmayan hastalar psikiyatra gelince her şeyi anlatmaya başlıyorlar. Sanki önlerinde bir set yıkılıyor. Konuşmanın, dinlenen taraf olmanın ne kadar önemli olduğunun farkına varıyorlar. Konuştukça bir şeyleri kabullenme süreci başlıyor. 

Ben de Covid 19 yüzünden evlere kapandığımız neredeyse bir yıl boyunca en çok konuşmayı özledim. Öyle havadan sudan, hatta bazen saçma sapan bile olsa konuşmayı. Kitap okurken, film izlerken tek taraflı bir iletişim var. Oysa film izlerken bile arada filmle ilgili düşüncelerimi paylaşmayı severim. Dolayısıyla düşüncelerim içimde kalıyor.


Evdeki nüfus ne yazık ki, konuşmayı pek sevmeyen erkeklerden oluşuyor. Gündelik olaylara ait konuşmaları sıkıcı buluyor. Yüzlerinden, mimiklerinden, hatta bazen tepkilerinden anlaşılıyor. O zaman içine içine konuşmaya başlıyor insan. Heyecanı kalmıyor. Bugün bu duygunun bilimsel bir adı olduğunu da öğrendim: Exulansis“Bizi heyecanlandıran, üzen bir olayı karşıdaki kişiye anlatırken aynı tepkileri göremeyince anlatma hevesinin kaçması” olarak tanımlanıyor. Benim son zamanlarda sıklıkla yaşadığım duygu.


İlk çalışmaya başladığım yıllarda işten geç çıkar, araç beklerken de kafeteryasına gidip arkadaşlarla konuşurduk. Bazen gerçekten havadan sudan, bazen işteki stres yaşatan durumlardan, bazen özel hayatımızdaki gerginliklerden… Ama orada konuştuktan sonra o beni geren konuların üzerimden akıp gittiğini hissederdim, eve geldiğimde aklıma bile gelmezdi o konu bir daha. İş hayatındaki yoğunluk artıp insanlar sadece kendi derdine düştüğünde konuşmalar azaldı önce. Konuşamadığım için içime attığım dönemlerde psikolojik yardım almaya başladım. Konuşmak iyi geldi. Önce hiç tanımadığım birine içimi açmak zor gelse de önemli olan o içini açmak kısmıydı. Ondan sonra o konuları bir daha kafaya takmadığımı gördüm. O gidip gelmeler uzun sürmeden geçti o sıkıntılar.


Şimdi yine evde kendimi kapana kısılmış hissettiğim günlerdeyim. Kısa telefon sohbetleri, görüntülü bile olsa karşılıklı sohbetlerin yerini tutmuyor. İşten geldiği için zaten bütün gün kafası şişmiş kocalar da konuşmaya pek istekli değil bu günlerde… O yüzden konuşamadığımı yazmak iyi geliyor. Bazen iç konuşmalarımdan hikayeler çıkıyor ortaya bazen de böyle dertleşmeler. Ama her halükarda iyi geliyor.

Siz de kokular sayesinde zaman yolculuğuna çıkanlardan mısınız?

Yağmurlu bir günden merhaba sevgili “Dünlük”… Geçen hafta açık öğretim sınavları yüzünden buluşamadık seninle. Özlemişim.

Geçen haftanın gündemi yine iç karartıcıydı. Kadın cinayetleri, pahalılık, siyasi kavgalar… Böyle durumlarda derin bir nefes alıp beni mutlu eden küçük şeyleri düşünmeye çalışıyorum. Bazen gittiğim bir yer, bazen okuduğum bir kitap, bazen de bir koku… Evet koku… Bunu düşünürken aklıma, sevdiğim kokular neler sorusu geldi? 

Kitapların kokusu beni hep mest etmiştir. Kendine özgü bir parfüm gibi. 


Sonra mis gibi kahve kokusu… Hem pişirmeden önceki hali, hem dumanı üstünde tüterkenki… 

Ve tabii ki yağmurdan sonraki toprak kokusu… Başka hiçbir yerde bulamayacağım bir koku… Beni hep güzel günlere götürür hayalimde… Ve internette rastladığım bir sitede, bu kokuyla ilgili bilimsel veriler buldum. 

İnstagramdaki bilgirim sayfasındaki paylaşımda “Yağmurdan sonra gelen toprak kokusunu kim sevmez?” diye soruyor, ardından da “Peki bu koku nedir, nereden gelir?” diyerek bu kokuyla ilgili bilgi veriyor.


Bu güzel kokuya “petrikor” deniliyormuş. O güzel kokan şey de geosmin adındaki bir bileşim. Bilgirim’den aktarıyorum: “Toprakta yaşayan bir tür bakteri, toprak nemliyken gelişir ve toprak kuruduğunda spor adı verilen üreme parçacıkları oluşturur. Yağmur yağdığında, kuru toprağın üzerindeki bu ufacık sporlar yağmur damlalarının yere çarpma şiddeti ile havalanır ve uçuşmaya başlar. Yağmur durduktan sona oluşan nemli havada bu sporlar havada asılı kalır, oradan buraya uçuşarak sonunda burnumuza girerler. İşte içimize çekerken keyiften gözlerimi kapattığımız koku, toprakta yaşayan bakterilerin üreme parçacıkları ve geosmin denen organik bileşimidir.”


Koku alma ve hafıza ilişkisi


Koku ve koku hafızasıyla ilgili olarak internette biraz gezinince farklı bilgiler çıktı karşıma. Evrimsel tarih boyunca koku alma, iletişimin gelişimi, türlerin hayatta kalmasıyla ilgili çeşitli amaçlara hizmet etmiş. Mesela anne olduktan sonra ana koku alma sisteminde değişiklikler meydana geliyormuş ve bu değişiklikler annenin yavruları tarafından tanınmasını sağlıyormuş.

Ve araştırmalara göre, Alzheimer ya da bunama gibi hastalıkları olanların koku hafızasında da eksiklikler olduğunu gösteren bulgular varmış. Hastalıkları kötüleştikçe kokuları ayırt etme yeteneklerini kaybediyorlarmış. Yani kokuların insanı mutlu olduğu bir döneme, ya da çocukluğundaki bir güne götürmesi de koku hafızasıyla ilgili…

Sabahki yağmurun aklıma getirdikleriyle nereden nereye geldik. Hep güzel günlerin kokusunu içimize çekmek dileğiyle…

Ağlamak hem güzeldir hem de faydalı

Nihayet havaların gerçekten kış gibi hissettirdiği “soğuk” bir cumartesiden merhaba sevgili “Dünlük”… Hep sıkıntılı haberler paylaşmak olmaz, güzel şeyler de paylaşılmalı… Mesela dün Hakkari’deki Şehit Selahattin İlköğretim Okulu’nun 2. sınıfında okuyan Yusuf Eymen Velieceoğlu’nun, 2 bin 557 öğrenci arasında yapılan Kanada Merkezli Caribou Matematik Organizasyonu’nda tüm soruları doğru yanıtlayarak dünya şampiyonu olduğunu okudum. Çok mutlu oldum, seninle de paylaşmak istedim.


Dün instagramda takip ettiğim güzel bilgiler paylaşan bir sayfada ise “Neden ağlamak iyi hissettirir?” başlıklı bir yazı gördüm. 4 adımda ağlamanın faydalarını anlatıyordu. Gözyaşlarının ilk faydası, normalden fazla üretilen stres hormonlarının bedenden atılmasını sağlamakmış. Duygusal veya fiziksel travmanın enerjisini atmaya, olayların kişinin gözünde netlik kazanmasını sağlamaya yardımcı olurmuş. Ağlama sırasında doğal ağrı kesici endorfin ve aşk hormoni oksitosin salgılandığı için iyi hissetmeye başlıyormuş insan. Ve dördüncü olarak “sözlerin yetersiz kaldığı anlarda” görsel olarak duyguların karşı tarafa iletilmesini destekliyormuş.


Kendimi düşündüm bu yazıyı okuyunca… Sıkı bir Sezen Aksu hayranı olmadım hiçbir zaman. Sevdiğim birkaç şarkısı taaa gençliğimde kalanlardan. Yenilerinin sözlerini asla “anlayamıyorum”. Ama bu anlamamak mantığını anlamamak değil, duyamıyorum sanki… Beynime de kalbime de ulaşmıyor. Ama mesela “Ağlamak Güzeldir” şarkısını ne zaman dinlesem benim de gözlerimden yaşlar süzülür. Ve iyi hissettirir. “Ağlamak şu gelip geçici dünyada/Her şeye rağmen var olmak demek/Ağlamak yaşayan binlerce duygu/İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir” dörtlüğünü severim en çok…


Ben de bazen güzel bir fotoğrafa bakarken, bazen bir film izlerken (hatta reklam), çoğu zaman kitap okurken, gözlerimden yaşlar süzülürken bulabiliyorum kendimi… Ama bu ağlama sonrası kendimi çok huzurlu hissediyorum. Düdüklü tencereden çıkması gereken buharın doğru zamanda çıkması gibi. (Bir de oğlum, saçma sapan her şeye ağlıyorsun diye dalga geçmese:)))

Bazen doğada dolaşırken bir ağacı gördüğümde ona dokunuyorum. İçimden, “Seni görebildiğim, dokunabildiğim için şükrediyorum” diyorum. O düşünceler içimden geçerken bakıyorum gözlerimden yaşlar süzülmüş. Hayır, uzaktan gören kim bilir hakkımda ne düşünüyor diye sonra da gülmeye başlıyorum ki, bu daha tehlikeli…


Ağlamak stres atmak için güzel ve faydalı olsa da güzel gülüşlü, hatta kahkahalı günler dileğiyle şimdilik hoşça kal “Dünlük”.