21 Şubat 2024 Çarşamba

Kafada bir tuhaflık!


Dün instagramda Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabından alıntı bir paylaşım gördüm. “Kafamda bir tuhaflık vardı, İçimde de ne o zamana ne de o mekana aitmişim duygusu.”

Defalarca okudum… "İçimde de ne o zamana ne de o mekana ait değilmişim duygusu" benim kafama daha doğru geliyordu. Çünkü kafamda bir tuhaflık vardı’dan sonraki cümle için de yüklem vardı olmalıydı. Dolayısıyla “içimde de ne o zamana ne de o mekana ait değilmişim duygusu (vardı)” diye tamamlıyordu insan.


Kitabı okurken bu cümleye rastlamamıştım. Dün yeniden elime aldım. Kitapta değil ama baştaki ithaf sayfasındaymış ve ben ne yazık ki orayı es geçmişim:(( William Wordsworth’ün Prelüd adlı eserinden alıntı olduğu yazıyordu. Acaba dedim William Wordsworth de mi aynı şeyi yazmıştı. Prelüd’ü buldum. Nazmi Ağıl’ın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Serisi’nde yayınlanmış. Oradaki cümle şöyle: “Bazı korkular ve en çok da tuhaf bir düşünce, O zamana, o yere ait değilmişim duygusu.”


Nazmi Ağıl benim düşündüğüm gibi çevirmiş yani Türkçeye. Ama bununla da yetinmedim. Prelüd’ün orijinaline de ulaştım. Orijinali şöyleydi: “… And, more than all, a strangeness in the mind, A feeling that I was not for that hour, Nor for that place.” 


Yapay zeka Deeply’nin çevirisi “Ve hepsinden öte, zihinde bir tuhaflık, o saat için olmadığım bir his, ne de o yer için…”


Yetinmedim, İngilizceyi çok iyi bilen bir arkadaşıma da yolladım. Onun çevirisi de “Her şeyden öte kafamda bir tuhaflık… Ne bu zamana ne de bu yere ait olmayan bir his” şeklinde oldu.


Bütün çevirilerde ortak nokta “ait olmayan” his. Orhan Pamuk’un kitabındaki gibi “aitmişim duygusu” değil.


Ve beynim yine çalıştı: Robert Kolej mezunu Orhan Pamuk bunu böyle yazmazdı herhalde diye düşündüm. Hadi o dalgınlığına gelip yazdı, editörü de mi sorgulamadı.


Sorular beynimde birbirini kovalarken
Martin Eden
kitabındaki bir bölüm düştü aklıma:


“Editörlerin yüzde doksan dokuzunun başta gelen özelliği, başarısızlıkları. Yazar olmayı başaramamışlar. Sakın masabaşı işin sıkıcılığını, satışların ve işletme müdürünün kölesi olmayı yazarlıktan daha çok istediklerini zannetme. Yazmaya çalışmış ve becerememişler… Editörlerin, editör yardımcılarının çoğu ve dergilere, yayınevlerine dosya değerlendirmesi yapan danışmanların hemen hepsi, yazar olmaya çalışmış ama bunu başaramamış kişilerden oluşuyor. Özgünlük ve deha konusunda yargı makamında oturup, matbaaya neyin gidip neyin gitmeyeceğine karar verenler, şu dünyada bu işi yapması gereken son kişiler, yani özgün bir yanlarının olmadığı kanıtlanmış, ilahi kıvılcımın yanlarına bile uğramadığı belli olmuş bu adamlar.”


Benimki de işte kafada böyle bir tuhaflık!


Yasemin Saraç

21 Şubat 2024

26 Ekim 2023 Perşembe

Üslup sorunu



Sosyal medyada bu hafta çok paylaşılan, çok yorumlanan bir video vardı. Belki görmüşsünüzdür. Bir sınıf annesi, bir çocuğu videoyu çekiyor, çocuk da "Sana ne?" diye yanıt veriyordu. Devamını izlemedim. Videonun başı olmadığı için hak verme meselesine hiç girmiyorum. Ki bir çocuğun videosunun çekilip sosyal medyaya bu şekilde servis edilmesini hiçbir gerekçe haklı çıkaramaz.

Benim oğlum ilkokula giderken çalışma saatlerim yoğundu, sınıf annesi o zamanlar var mıydı, hiç hatırlamıyorum. Varsa da ben hiç muhatap olmadım. O yüzden videodaki kadının sınıf annesi olma kısmına da girmiyorum. Ama ben izlediğim ilk andan itibaren bir üslup sorunu olduğunu düşünüyorum. Çocuk "Sana ne?" diye bağırıyor ya... Çok kızmış olabilir, haklı olabilir ama "Sana ne" diye bağırdığı için olsa gerek bana çok itici geldi. "Siz bana karışamazsınız" dese "Ne hakla bana karışıyorsunuz!" dese, aynı anlama gelir ama daha doğru bir üslup olur diye düşünüyorum. 

Türkçe çok güzel bir dil "Siz" diye ayrı bir kişi zamiri var mesela... Hatta sırf yüklemin sonuna getirilen ekle bile "Siz" demeden kibar konuşabiliyorsunuz.

Ben bu yaşımda, kendimden küçüklerle de olmak üzere, şahsen tanımadığım kişilerle "sen"li "ben"li konuşmam, konuşamam. Çünkü ben öyle gördüm. Ama şimdi konuşma üslubunu kimse bilmiyor. Ne büyükler ne küçükler. Mesela doktorlar, -samimi olsun diyeymiş- "sen"li konuşuyor, ben hiç hoşlanmıyorum. Karşısındaki insana bırak, kendine saygısı olan öyle konuşmaz gibi geliyor bana...

Biliyorum çok eskilerde kaldım. Yeni nesil böyle değil. Ama inanın kibar olmak insanın değerinden bir şey azaltmıyor, aksine değer katıyor.

26 Ekim 2023

30 Kasım 2021 Salı

Kasım ayı giderken nanik yaptı, güldürdü

Kasım ayının son günü, absürt bir şekilde başladı. Öyle de sürdü benim için. Önce SMS’ime şöyle bir mesaj düştü: “Doç. Dr. Fatih Levent Balcı bugün saat 14.00’da TV100’de Özge Ulusoy ile Kahve Bahane’de meme kanseri hakkında son gelişmelerle sizlerle…”

Daha önce de kaydım olan hastanelerde yeni bir doktor göreve başlayacağı zaman bu tip mesajlar gelirdi. “Bilmem ne doktoru, hastanemizde hizmet vermeye başlamıştır.” Ama burada doktorla, çalıştığı hastaneyle ilgili hiçbir bilgi yok, çıkacağı programın reklamı yapılıyor. Ne doktoru tanırım, ne de TV izlerim. Ziyan ettiler benimle mesajı dedim içimden. Üstelik bildirimdeki başlık Dr. FL BALCI şeklindeydi, ben gözlüksüz onu Dr. Falcı Bacı okudum:)


Sonra dünkü lodostan sonra bugün azıcık güneş görünce markete gidip geleyim dedim. Ben siteden çıkarken, misafirliğe gelmiş yaşlıca bir kadın elindeki telefondan geldiği dairenin sahibine, içeri giremediğinden yakınıyordu. Sesi dışarı vermiş, ev sahibi diyor ki, "Ben seni görüyorum, kapıyı açıyorum, neden girmiyorsun?" Kadın sonunda dayanamadı, “Sen beni yine dinlemiyorsun” dedi. “Ben daha güvenlik olan kapıdayım, senin kapında değilim.” Karşıdaki kadın hala habire bir şeyler söylüyordu, dayanamadım izin isteyip çıktım kapıdan. Büyük ihtimalle evin sahibi de aşağıda başkasını görüyor ve misafiri sanıp kapıyı açmaya çalışıyordu. Ama tabii telefondaki kişiyi -aynı anda konuşmadan- dinlese boşuna efor sarfetmesi gerekmeyecekti. Sonra hallolmuştur büyük ihtimalle.


Markete girdim. Baba kız diyeceğim bir çift vardı. (Köylük yer için torun dede olabilecek yaşta bile geldiler gözüme) Adam, “Şu var mı, bu var mı?” diye kaba bir üslupla soruyor, kadın da “O var, şundan alacağız” diyordu ki, birden her cümlesinin sonunu “Aşkıııım” diye bağlamaya başladı. Ama istisnasız her cümleyi… Büyük ihtimalle babası değil, kocasıydı. Ve çevreden nasıl göründüğünü bildiği için o kelimeyi sarfetmek zorunda hissetmişti kendisini. En son görevliye “Kıvırcığı tartıyor muyuz?” diye sorarken çıktım. Çünkü maske bile kahkahamı saklamaya yetmeyecekti.


Eve doğru yürürken güneş bir anda gri bulutların altında kaldı ve ta daaaa fasulye büyüklüğünde dolu yağmaya başladı. “Aaa dolu yağıyor” cümlem bitmeden yağmura dönsem mi kararsızlığı yaşadı, ardından tamamen bitti. Ben de eve sağ salim dönmenin mutluluğuyla bugün yaşadığım absürt şeyleri unutmadan kaydedeyim dedim. Yazı günü olmayınca da blogum ne güne duruyor deyip oraya yazdım.


Ha bu arada bugün, yazı ile ilgilenen birisi, filmi de çekilen bir kitabı okuyacağını söyleyen bir hikaye paylaşmıştı hesabında. Kitabın 70 sayfa olduğunu da yazmış. Ama kitabın orijinaline baktım, 387 sayfa. “Bu özet herhalde” diye yazdım. “Çok çok özet değil ama içinde fazladan hikayeleştirme de yok” diye yanıt yazdı. Özeti ne sanıyor diye düşündüm ama yanıt vermedim. Sonuçta o kitap tanıtım yazıları yazan, röportajlar yapan birisi. O daha iyi biliyordur!



30 Kasım 2021

İstanbul



3 Şubat 2021 Çarşamba

Gönüller bir olurduktan sonra en uzaklar bile yakın oluyor

2020’nin bitmesine sayılı günler kaldı sevgili “Dünlük”. 2021 için geri sayım başladı. Sosyal medyaya baktığımda öyle bir hava var ki, 2020 biter bitmez her şey düzelecek, Covid 19 bitecek, ekonomik krizler son bulacak. Umutlu olmak güzel tabii de bu kadar beklentiye girmek insanın hayal kırıklığını artıracak diye korkuyorum.

Benim için 2021’in özel bir önemi var. İlk üniversiteden mezun olalı tam 30 yıl bitiyor 2021’de… Gerçi dişim apse yapıp yüzüm şiştiği için mezuniyet balosuna gidemedim ama olsun.

30 yıl… Oysa daha dün gibi. Ben o yıllarda da, şimdi olduğu gibi arkadaşlığa çok değer verirdim. Tabii karşı tarafta da aynı değeri hissettiğim sürece…


Ancak ilk sene anlaşıp arkadaş olduğum kişiler çalışma hayatına erken atılıp okula sınavdan sınava uğramaya başlayınca kendimi çok yalnız hissettiğimi hatırlıyorum. Bunun için çok da üzülüyordum. Hatta annem, “Belki ikinci sene yeni birileri gelir sana arkadaş olur” dediğinde, azarlamıştım. “İlkokul mu bu, babası tayin olacak ya da taşınacak da, üniversiteye ikinci sene yeni birileri gelecek” diye… Ama anneler her zaman bilir. Benim annem de bildi. İkinci sene sınıfımıza, Ege Üniversitesi’nden yatay geçişle gelen kişiyle gerçekten iyi arkadaş olduk.

Boş derslerde, ya da boş her anımızda müzeleri, sanat sergilerini, tarihi camileri gezdik. Okul dışında da görüşmeye çalıştık. Ancak okul bittiğinde iş hayatının yoğunluğunda görüşmelerimiz azaldı. Sonra o evlenip başka bir şehire yerleşti. İyice kaybettim izini.

Yıllarca rüyalarıma girdi tekrar görüşmemiz. Hep kalabalık bir yerde görüyorum onu, sonra yetişince arkasını dönüyor, başkası oluyor. Ya da kalabalıkta kaybediyorum izini… Ama inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün elbet bir yerlerde buluşuruz diyordum.


Facebook icat olunca, ilk iş olarak onun adını arattım. Çok bulunan bir isim olmasa da birkaç tane çıktı karşıma. Mesaj yolladım. Biri “Ne yazık ki ben değilim” diye döndü. Birinden hiç yanıt gelmedi. Biri de rahatsız ediyorum diye kızmıştı yanlış hatırlamıyorsam.

Yıllar yıllar sonra, iş hayatından ayrıldım. Hatta sonra emekli oldum. O zaman mesajıma dönmeyen kişi yıllar sonra mesaj attı“Evet, benim” diye… Meğer arkadaş listesinde olmadığım için mesajım istenmeyen mesajlara düşmüş. Onun görmesi de yıllar sürmüş. Tekrar buluşmamız geç ve güç olmuştu ama olmuştu işte…

Şimdi başka başka şehirlerde teknolojinin verdiği imkanlarla, sanal yollardan da olsa görüşüyoruz. Görüşleri benim için her zaman önemli. Birbirimize, fikirlerimize her zaman saygı duyduk. O yüzden de yıllar sonra kaldığımız yerden devam edebildik.

Şimdi ben onun o duru, insanı rahatlatan sesinden okuduğu şiirleri dinliyorum youtube kanalında… O benim yazılarımı okuyor, görüşlerini yazıyor. Uzakları yakın eden teknoloji sayesinde, kilometrelerin önemi kalmıyor nasılsa… Yeter ki gönüller bir olsun…


Not: Geçtiğimiz hafta sonu açık öğretim sınavları yüzünden yazı günüm bu haftalık değişti. Bundan sonra yine aynı günde buluşmak dileğiyle…



Korku filmi olsa yarıda bırakır çıkardık ama bizzat yaşadık

2020 yılının son cumartesi gününden merhaba sevgili “Dünlük”… Genelde yıl sonunda insanlar sosyal medya hesaplarında yeni yılla ilgili beklentilerini, kendi hayatlarıyla ilgili hedeflerini yazar(dı). Kilo vereceğim, spora başlayacağım, daha iyi bir iş bulacağım vs… Ama dünya tarihine adını ‘pandemi nedeniyle evlere kapandığımız yıl’ olarak yazdıracak olan 2020 en azından plan yapmamayı öğretti. Ben son yıllarda tek bir şey diliyordum gelen yıldan: Gelen gideni aratmasın ve hiçbir şey getirmese de götürmesin yeter!

Bu yıl pandemi nedeniyle kendimle daha fazla vakit geçirince sevmediğim bazı huylarımla da yüzleştim ister istemez. Aceleciliğim, sabırsızlığım mesela… Bunları zaten biliyordum. Ve bu sene tıpkı yavaş şehirler gibi bir yavaşlama içine girdim. Çünkü istesem de yapamayacağım şeyler olduğunu gördüm: Sevdiklerine sarılamamak, istediğin zaman istediğin yere gidememek…


Bir de keşfettim ki, hayal kırıklıklarım büyük oluyor. Beni depresyona sokacak kadar hem de. Kendime yakın hissettiğim kişi (Bizzat tanıyor olmam gerekmiyor), hiç beklemediğim bir davranışta bulunduğunda, ihanete uğramış hissediyorum. Sonra da kendime kızıyorum neden bu kadar büyük beklentilere girip kendini bu kadar yıpratıyorsun diye… Yeni yılda mesela bu yönümü daha da azaltmayı, hatta kurtulmayı istiyorum. Ne kadar başarırım bilemem tabii.

Bunlar kendimle ilgili yıl sonu bilançomda çıkanlardı. Ülkeninkine baktığında gördüklerim ise çok daha iç karartıcı.

Korona virüsü kaynaklı ilk ölümün açıklandığı 17 Mart’tan 25 Aralık akşamına kadar toplam 19 bin 371 kişi Covid 19 yüzünden vefat etmiş. Aşıyla ilgili gelişmeler inşallah 2021’i daha umutlu yapmaya yeter.


11 AYDA 431 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ


Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verdiği raporlar ise daha dehşet verici. Platformun verdiği rapora göre, 2019 yılında 474 kadın ÖLDÜRÜLDÜ.

2020 yılında ise 11 ayda 431 kadın ‘can’ verdi. Bu kadınlardan 275’i erkekler tarafından katledilirken 156 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Çoğu araştırılmayı bekliyor.

Pandemi nedeniyle evlerde şiddete maruz kalan, gidecek yeri olmadığı için şiddeti “kol kırılır yen içinde kalır” diye kabullenmek zorunda olan, şikayet ettikleri kişiler yargı tarafından serbest bırakıldığı için “Ne zaman öldürüleceğim?” diye bekleyen kadınların sayısı da neredeyse cinayete kurban gidenler kadar fazla.


Kadını, ayrılmak istediği için, kıskandığı için, beyni yerine başka organlarıyla düşündüğü için öldürmeyi hak gören erkekler, ancak eğitimle, o da kadının eğitimiyle değişebilir. Çünkü kadın eğitildiğinde, bir nesil düzelir. O yüzden zaten üniversiteleri fuhuş yuvası diye karalamalar… O yüzden kadının yeri evidir diye fetva vermeler. Gerçi sonra hastaneye gittiğinde karısını, kızını erkek doktor muayene ediyor diye doktoru döverler. Sormazlar mı adama, kızları okutmuyorsunuz ama kadın doktor aramayı biliyorsunuz diye!!! Ayrıca üfürükçü olunca kadın aramıyorlar, erkek üfürükçüler tarafından kandırılıp taciz ediliyorlar! Bu konuda çok doluyum, o yüzden burada keseyim. 

2021 umarım herkesin kendisiyle ilgili öz eleştirisini yapıp değiştirebileceği yönlerini değiştirmek için adım attığı bir yıl olur. Kendisinden hiçbir beklentim yok, 2020’yi bile aratmasın yeter!



Tepeden dalga dalga yayılan iğrenç zihniyet

Korona virüs nedeniyle evde karşıladığımız (Ben zaten evde karşılardım o anlamda bir şey değişmedi) 2021’in ikinci gününden merhaba sevgili ‘Dünlük’. Yine virüs nedeniyle üç gün boyunca evlerdeyiz. Pazartesiye kadar tatile çıkan virüs, pazartesi ‘normal’ hayatlarımıza dönünceye kadar izinli. Şaka bir yana, eskiden yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder derlerdi. Dolayısıyla bu yıl da evde kalacağız gibi görünüyor.


Yılbaşı gecesi televizyondaki hiçbir şey ilgimi çekmedi. İnternette sörf yaparken buldum kendimi. Daha ilgi çekici geldi televizyondan bana. Mesela instagramda gelecek burada diye bir sayfa buldum. www.gelecekburada.net diye internet sayfasının instagram tanıtım sayfası. Sayfa kendisini “Sanal gerçekliğe dair tüm temel kavramları ve gelişmeleri bu başlığın altında derledik” diye tanıtıyor. Özellikle bugünlerdeki kadınlara yönelik taciz ve şiddet haberleri nedeniyle bir gönderileri daha çok ilgimi çekti.


O bildirinin ilk sayfasında “Akıllı elbise giyen 3 kadın, 3 saat 47 dakikada 157 kez fiziksel tacize uğradı” yazıyordu. İkinci sayfada, şöyle devam ediliyor: “2017 verilerine göre dünya genelinde kadınların en az yüzde 35’i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldı. Sadece ABD’de ankete katılan kadınların yüzde 65’i en az bir kez tacize uğradığını söylerken Avrupa özelinde kaba bir ortalama ile bu rakam yüzde 42.6. Her ne kadar bu tarz istatistiklere sahip olsak da erkekler, kadınların yaşdığı tacizin ‘abartıldığını’ düşünüyor.”


Ardından Schweppes ve reklam ajansı Oglivy tarafından 2018 yılında tasarlanan “Akıllı elbise” ile yapılan bir araştırmaya ait bilgiler veriliyor. Yaptıkları araştırmayla The Dress for Respect (Saygı Elbisesi) denilen akıllı elbiseyi giyen kadınların, bir gece eğlenmeye çıktığında ne kadar çok fiziksel tacize uğradıklarını tespit etmişler. Buna göre bu elbiselerden giyen 3 kadın, 3 saat 47 dakikada 157 kez fiziksel tacize uğramış. 


O elbiseyi giyen kadın aynı zamanda kamera ve mikrofonla da takip edilmiş. Kadınlara her izinsiz dokunulduğunda elbiselerdeki sensörler sayesinde bir ısı haritası oluşturulmuş. Çalışma öncesi “Bence her şey hakkında çok şikayetçiler” diyen erkeklere bu video gösterildiğinde “Bu çok saçma. Şuba bak, direkt öpmeye çalışıyor. Aman Allahım” gibi tepkilerle karşılaşılmış. 

Bilimsel verileri olan bir araştırma. Postun kaydırmalı üçüncü sayfasında, o geceye ait video da var. Kadınların nasıl ‘fiziksel’ tacize uğradığını da gösteren.


Tamam haber ilginç. Ama beni asıl dumura uğratan, bu postun altına yorum yazan Türk erkeği zihniyeti oldu. Üstelik yazdığına göre kendisi de en azından sanal gerçeklikle ve bu tür işlerle uğraşan biri. Yorum da şu: “İstediğin kadar anket yap hiçbir anlamı yok. Kadınlar beğemedikleri erkeğin ilgisine taciz der.”

Kendisini okumuş, aklı başında bir insan olarak tanıtan bu şahıs “Kadınlar beğenmedikleri erkeğin ilgisine taciz der” yorumunın ardından sayfa admininin “Videoda yaşanan tacizi görebilirsin” tarzındaki yanıtına ise şöyle yazmış: “Bara gidip de beni mıncırdılar diyen bir kadın benim umrumda değil.”


İşte Türkiye’deki üstten dalga dalga gelen “erkek zihniyetini” özetleyen cümle. Kadın onların istediğini, onların istediği kadar yapacak. Aksi takdirde her şeyi, tacizi, hatta ölmeyi hak ediyor!

Bu zihniyet okuldaki “eğitim”le aşılacak bir şey değil. Ailedeki eğitimde bu verilmeli. Ama önce her şeyin kötüsünü hak ettiğine inandırılarak yetişen kadınlar değişmeli ki, oğullarını o yönde eğitebilsinler. O yüzden kadının yeri evi falan değil! Erkekler de kadınları “hak ettiği” şekilde cezalandırması gereken cellatlar değil!

Bütün ev işlerini kız çocuklarına yaptırıp oğlunun içeceği suyu bile kızıyla ayağına yollayan anneler de suçlu. Erkek adam istediğini yapar deyip kızına ‘kır dizini otur oturduğun yerde’ diyen babalar da! Ve onlar adam olmadan, daha çoook böyle yorumlar okuyup daha çok kadının ardından sosyal medyada adalet aramaya devam edeceğiz! Ta ki bu zihniyet değişene kadar!




Havadan sudan olsa da konuşmayı özledim

Bahar gibi geçen sıcak bir hafta, bugün yerini yağmurlu, serin bir havaya bıraktı. Ama yine de kış gibi değil sevgili “Dünlük”. Sanki sonbahar yeni gelmiş gibi. Umarım yağmurlar devam eder. İşte havadan sudan da olsa konuşmaya başladık seninle. Şimdi benden haberler…

2021’in ilk kitabı olarak Gülseren Budayıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” kitabına başladım. Masumlar Apartmanı’nın bu kitaptan çekildiğini öğrendiğimde ve diziyi çok uzun olması, iç karartması nedeniyle izlemeyi bıraktığımda kitabı okumayı aklımın bir köşesine yazmıştım. Ödünç alarak okuduğum için altını çizemiyorum ancak sevdiğim sayfaların fotoğrafını çekiyorum. Yarısına ulaştım. Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu, kendisine gelen birçok hastasıyla ilgili hikayeler paylaşmış kitabında. Ama benim amacım kitabı ya da yazarı eleştirmek değil.

Okuduğum kısma kadar olan bölümde anladığım, bütün psikolojik sorunların sebebi (Genetik değilse ya da altında başka bir hastalık barındırmıyorsa) yalnızlık, iletişimsizlik ve sevgisizlik. 


Kimi iletişim yolu olarak kavgayı, hatta dövülmeyi seçiyor. Kimi iletişim kuramadığı kocasıyla ‘hastalanarak’ iletişim kuruyor. İleri safhalarda, sevgisizlik özellikle de anneden geldiyse, sevilmediği için kendisini suçluyor. Kendisini cezalandırma yolunu seçiyor. Hastalardan bazıları konuşmamanın sonunda kafasındaki seslerle konuşmaya başlıyor. Tabii o ses çoğu zaman iyi şeyler söylemiyor.

Kitapta, evde hiç konuşmayan hastalar psikiyatra gelince her şeyi anlatmaya başlıyorlar. Sanki önlerinde bir set yıkılıyor. Konuşmanın, dinlenen taraf olmanın ne kadar önemli olduğunun farkına varıyorlar. Konuştukça bir şeyleri kabullenme süreci başlıyor. 

Ben de Covid 19 yüzünden evlere kapandığımız neredeyse bir yıl boyunca en çok konuşmayı özledim. Öyle havadan sudan, hatta bazen saçma sapan bile olsa konuşmayı. Kitap okurken, film izlerken tek taraflı bir iletişim var. Oysa film izlerken bile arada filmle ilgili düşüncelerimi paylaşmayı severim. Dolayısıyla düşüncelerim içimde kalıyor.


Evdeki nüfus ne yazık ki, konuşmayı pek sevmeyen erkeklerden oluşuyor. Gündelik olaylara ait konuşmaları sıkıcı buluyor. Yüzlerinden, mimiklerinden, hatta bazen tepkilerinden anlaşılıyor. O zaman içine içine konuşmaya başlıyor insan. Heyecanı kalmıyor. Bugün bu duygunun bilimsel bir adı olduğunu da öğrendim: Exulansis“Bizi heyecanlandıran, üzen bir olayı karşıdaki kişiye anlatırken aynı tepkileri göremeyince anlatma hevesinin kaçması” olarak tanımlanıyor. Benim son zamanlarda sıklıkla yaşadığım duygu.


İlk çalışmaya başladığım yıllarda işten geç çıkar, araç beklerken de kafeteryasına gidip arkadaşlarla konuşurduk. Bazen gerçekten havadan sudan, bazen işteki stres yaşatan durumlardan, bazen özel hayatımızdaki gerginliklerden… Ama orada konuştuktan sonra o beni geren konuların üzerimden akıp gittiğini hissederdim, eve geldiğimde aklıma bile gelmezdi o konu bir daha. İş hayatındaki yoğunluk artıp insanlar sadece kendi derdine düştüğünde konuşmalar azaldı önce. Konuşamadığım için içime attığım dönemlerde psikolojik yardım almaya başladım. Konuşmak iyi geldi. Önce hiç tanımadığım birine içimi açmak zor gelse de önemli olan o içini açmak kısmıydı. Ondan sonra o konuları bir daha kafaya takmadığımı gördüm. O gidip gelmeler uzun sürmeden geçti o sıkıntılar.


Şimdi yine evde kendimi kapana kısılmış hissettiğim günlerdeyim. Kısa telefon sohbetleri, görüntülü bile olsa karşılıklı sohbetlerin yerini tutmuyor. İşten geldiği için zaten bütün gün kafası şişmiş kocalar da konuşmaya pek istekli değil bu günlerde… O yüzden konuşamadığımı yazmak iyi geliyor. Bazen iç konuşmalarımdan hikayeler çıkıyor ortaya bazen de böyle dertleşmeler. Ama her halükarda iyi geliyor.